TBMM (AA) – MELDA ÇETİNER – Türkiye, uzun aradan sonra “partili cumhurbaşkanı”nı tartışıyor.
AK Parti Grup Başkanvekili Nurettin Canikli’nin “partili cumhurbaşkanı”na ilişkin açıklamalarının ardından, Türkiye’nin, 1924 anayasası ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşadığı deneyimin bugün nasıl uygulanacağı tartışılmaya başlandı. Bazı anayasa hukukçuları, “Partili cumhurbaşkanı”na geçit vermeyen 1961 ve 1982 anayasalarına göre seçilen cumhurbaşkanlarının da gerçek anlamda tarafsız olmadığı görüşünü savunuyor.
Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektör Yadımcısı ve Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, AA muhabirine yaptığı açıklamada, partili cumhurbaşkanının 1961 ve 1982 anayasalarında olmadığını belirterek, her iki anayasada cumhurbaşkanının parlamento ile ilişiğinin kesileceğinin öngörüldüğünü söyledi.
1982 anayasasında cumhurbaşkanının farklı şekilde konumlandırıldığını anlatan Hakyemez, güçlü yetkilere sahip cumhurbaşkanının sorumsuz olduğuna ancak cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle konunun farklı bir durum aldığına dikkati çekti. Halkın oyuyla göreve gelen ve ikinci kez de seçilme imkanı bulunan cumhurbaşkanına işaret eden Hakyemez, “Cumhurbaşkanı yüzde 50’den fazla oy alarak göreve gelecek ve çok güçlü yetkileri olacak fakat hiçbir şekilde bir siyasi partiyle bağı olmadan görevini yerine getirecek, siyaseten de sorumsuz olacak. Burada çok ciddi problemler var. Siyaseten sorumsuz bir cumhurbaşkanı, güçlü yetkilere sahipse demokratik hukuk devletiyle bağdaşmayan bir konumdadır. 1982 anayasasının 2007 sonrasındaki en temel sorunu budur. Bu sorunu düzeltmek gerekiyor.” diye konuştu.
Akla gelebilecek çözümlerden birinin klasik parlamenter rejim ve cumhurbaşkanını parlamentonun seçmesi olduğunun altını çizen Hakyemez, “Cumhurbaşkanını parlamentonun seçeceği bir model Türkiye’de kabul görmez. 367 gibi bir olayın yaşandığı ülkede bunu konuşuyoruz. Halkın seçeceği bir cumhurbaşkanı bir zorunluluktur. Ama halkın seçeceği cumhurbaşkanının hele de ikinci kez seçileceğini düşündüğünüz zaman tarafsız ve sembolik kalması Türkiye’de kolay kolay mümkün değildir. Bu nedenle cumhurbaşkanına sorumluluk yolunu açmak lazım. Sorumluluk yolunu açarken bunun bir partiden seçilmesine imkan vermek de mümkün olabilir.” ifadesini kullandı.
“Sezer için tarafsız diyemeyiz”
Benzer durumun Fransa’da olduğunu belirten Hakyemez, şöyle konuştu:
“Fransa’da 1962 yılında yarı başkanlık dediğimiz sisteme geçildi. Halkın oyuyla seçilip güçlü etkileri kullanan ve partisi olan cumhurbaşkanı var, meclisin çoğunluk oyunun güveniyle birlikte göreve gelen hükümet var. İkisi de etkili ve sorumlu. Biri parlamentoya karşı sorumlu, diğeri halka karşı sorumlu. Cumhurbaşkanının orada bir parti üyesi olması mümkün ama Türkiye’de parti üyesi olmayan cumhurbaşkanı var. Türkiye’de cumhurbaşkanının halkın oyuyla seçildikten sonra bu kadar güçlü yetkileri kullanırken tarafsız kalması diye bir şey gerçekçi değildir. Nitekim halkın oyuyla seçilen Cumhurbaşkanı Erdoğan örneğinde de görmek mümkündür. Ama zannetmeyin ki bu sadece halkın oyuyla seçilen cumhurbaşkanları için böyledir.
Cumhuriyet tarihindeki cumhurbaşkanlarına bakalım, hangisi tarafsızdır? Partili cumhurbaşkanı değillerdir ama hangisi tarafsızdır? 82 anayasası döneminde en tarafsız olması gereken cumhurbaşkanı hukukçu olması hasebiyle Ahmet Necdet Sezer olmalıydı. Ama Sezer için tarafsız cumhurbaşkanı diyemeyiz. Nasıl ki bugünkü cumhurbaşkanı için bu eleştiriler yapılıyor, aynısı siyasetten gelmeyen hukukçu olan cumhurbaşkanı için de pekala yapılabilir. O nedenle bu tarafsızlık dediğimiz durum, hele de halkın oyuyla bir cumhurbaşkanı göreve geliyorsa kolay kolay mümkün değildir. Ama ondan daha büyük sorun cumhurbaşkanının sorumsuz olmasıdır. Pek çok yetki kullanıp sorumsuz bir cumhurbaşkanı sistemin işleyişinde demokratik hukuk bağlamında ciddi şekilde olumsuzluklar doğurabilir. O nedenle cumhurbaşkanı yaptıklarından dolayı halka hesap verebilir, sorumlu olmalıdır, işlemlerine karşı yargı yoluna başvurulabilmelidir. O bağlamda da cumhurbaşkanının partili bir cumhurbaşkanı olarak sorumluluğunun açılmasında bir sakınca yok. ”
Hakyemez, güçlü yetkilere sahip bir cumhurbaşkanının tarafsız olmasının söz konusu olamayacağını vurgulayarak, “Partili cumhurbaşkanı demokratik hukuk devletine aykırı sistem değil. Cumhurbaşkanının partili olması sorumluluğunun da olması demektir. Bu bir anlamda yarı başkanlık sistemine daha fazla yaklaşmak demektir.” dedi.
Mevcut sistemin temel sorununun, yürütmenin iki başlı olmasına bağlayan Hakyemez, “Bir cumhurbaşkanı bir de bakanlar kurulu var. Cumhurbaşkanını yetkileri olmasına rağmen sorumluluğu yok. Bu problemdir. Hükümet hem yetkili hem de sorumlu olduğu için çok fazla eleştiriye tabi tutmuyoruz ama şu andaki sistemde cumhurbaşkanıyla ilgili sorun olduğu için bunu çözmek lazım. Bunu çözerken başkanlık, yarı başkanlık, klasik parlamenter sistem bir seçenektir. 2007 anayasa değişikliğinden sonra klasik parlamenter sistemine geçilmesinin imkansız olduğu kanaatindeyim. Başkanlık, yarı başkanlık veya demokratik hukuk devletiyle uyumlu başka bir hükümet sistemi de düşünülebilir. Önemli olan kime yetki verdiyseniz sorumlu olmasıdır. Cumhurbaşkanına yetki verdiyseniz sorumlu olsun ama aynı zamana gizli saklı, kanuna karşı hileye gerek yok. Cumhurbaşkanlarının açık şekilde partisiyle ilişkisini devam ettirmesinde hem sorumluluğu sorgulanabilir hem de bu şekilde cumhurbaşkanları daha rahat icraat sergileyebilirler.” değerlendirmesini yaptı.
Dünyada ve Türkiye’de partili cumhurbaşkanı
Dünyada “partili cumhurbaşkanı” uygulamaları konusunda Hakyemez, “Partili başkanlıklar var. Başkanlık modellerinde bütün başkanlar partilidir. ABD ve Latin Amerika ülkelerinin hepsinde sistem başkanlık istemi ve başkanlık sistemi olan yerlerde başkanların tümü partilidir; parti aracılığıyla seçilirler ve seçildikten sonra da görevlerini yerine getirirken Obama’dan tutun da Meksika, Arjantin, Kostarika, Uruguay devlet başkanlarının hepsi partilidir ve hiçbir şekilde görevleri boyunca parti üyeliğinden istifa etmezler.” diye konuştu.
Türkiye’de “partili cumhurbaşkanı” için 1924 anayasasına işaret eden Hakyemez, cumhurbaşkanının tarafsızlığıyla ilgili açık hüküm olmadığını kaydetti. Tek parti döneminde devlet ve CHP’nin bütünleşmiş olduğunu, Atatürk ve İsmet İnönü’nün hem partinin genel başkanları görevini sürdürdüklerini hem de partiyle ilişkilerinin kesilmediğini anlatan Hakyemez, “Cumhuriyet tarihinde tarafsız cumhurbaşkanı geleneğinin olduğu söz konusu değildir” dedi.
Hakyemez, “1924 anayasası cumhurbaşkanının tarafsızlığını hiç düşünmemiş. 61 anayasasında tarafsızlığıyla ilgili yeminde bir hüküm var ama 24 anayasasında o da yok. Cumhurbaşkanları 1924 anayasası döneminde, çok açık şekilde taraftırlar. Hem Atatürk hem de İnönü döneminde… Tek parti vardır. Orada parti devlet bütünleşmesi söz konusudur.” açıklamasında bulundu.
1961 anayasasında cumhurbaşkanları sembolik yetkilere sahip, sorumsuz ve partisiz olduğunu aktaran Hakyemez, şunları kaydetti:
“O dönem cumhurbaşkanlarının hepsi ya tehdit ya da küçük manevralarla birlikte ama mutlaka ordunun içinde birileri olarak seçilmişlerdir. Celal Bayar örneğinde böyledir. Çünkü bir hukukçu adayı vardı; Senatör Ali Fuat Başgil darbecilerin tehdidi neticesinde parlamento tarafından Bayar cumhurbaşkanı seçildi. 66’da Cevdet Sunay, 73’te Fahri Korutürk yine operasyonlarla birlikte ordu tarafından cumhurbaşkanı seçtirildiler. Operasyonlarla cumhurbaşkanı seçtirme zaten tasvip edilmez. Bunların tarafsız olup olmaması noktasında sadece hukuki metinlere bakmak anlam ifade etmez.”
“Darbenin oluşturduğu bir sistem…”
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop da 1924 Anayasasında iki farklı husus olduğunu belirterek, “Cumhurbaşkanının parti ile ilişkisi devam ediyor. Atatürk, Cumhurbaşkanı iken aynı zamanda CHP Genel Başkanı… İnönü, Başbakan iken CHP Genel Başkan Vekili. Sonra İnönü döneminde aynı şey olmuş, Bayar döneminde olmuş… Dolayısıyla cumhurbaşkanının parti ile ilişkisi devam ediyor. Ayrıca, Meclis’in seçim dönemi ile cumhurbaşkanının seçim dönemi aynı. ‘Seçim dönemi için seçilir’ diyor. Yani, Meclis’in dönemi sona erdiğinde cumhurbaşkanının da görevi sona eriyor. Yapılan seçimle oluşan meclis yeni cumhurbaşkanını seçiyor. Bu önemli. Cumhurbaşkanını ve hükümet arasında aynı Meclis çoğunluğuna mensup olma anlamında bir bütünlük ve beraberlik var.” diye konuştu.
Şentop, 1924 anayasasında, “her yıl Kasım ayı başında Cumhurbaşkanı hükümetin çalışmaları ve faaliyetleri ile gelecek dönem neler yapılacağına dair bir nutku Meclis’te irat eder” şeklinde bir hükmün bulunduğuna dikkati çekerek, “Amerikan başkanlarının dönem nutukları vardır; her yılın başında kongreye yaptığı… Biraz ona benziyor bu. Ama bunu başbakanın değil de cumhurbaşkanının yapması biraz enteresan. Gerekirse kendi yapar, gerekirse bunu başbakana okutur diyor. Yetki olarak ‘gerekirse bakanlar kuruluna başkanlık eder’ diyor ama bakanlar kurulunu toplama konusunda ‘başkanı’ değil. Yetkileriyle ilgili çok açık bir şey konmamış. Yürütme, cumhurbaşkanı ve kabineden oluşuyor. ” ifadesini kullandı.
Darbeyle gelen hükümet sistemlerine itiraz ettiklerini anlatan Şentop, şunları kaydetti:
“Anayasadaki darbeci paradigma ve vesayetçi paradigma üzerinden yönelttiğimiz itirazlar, hükümet sistemi için aynen geçerli. Darbeciler, 1961 anayasasında kurdukları hükümet sistemiyle şunu yapmışlar: Milletin seçtiği iktidarı, seçimle oluşan iktidarı bölerek parçalayarak zayıflatmak istemişler. Yasama organını ikiye bölmüşler. TBMM; büyük millet meclisi ve senatodan oluşuyor. Bir kanun millet meclisinden ve senatodan geçiyor, ihtilaflı durum olursa toplu olarak görüşülüyor. Yasama iktidarının kullanımını zorlaştırmışlar.
Yürütmeyi zorlaştırmışlar, bir cumhurbaşkanı seçiliyor tarafsız, bir hükümet var meclis çoğunluğuna dayanan. Hükümet ve cumhurbaşkanı aynı partilerden, aynı meclis çoğunluğundan olamayabilir. Çünkü süreleri aynı değil. Meclis 4-5 yılda bir yenileniyor, cumhurbaşkanı 7 yıllığına seçiliyor. Her halükarda farklı olması gerekiyor. Bir dönem aynı olsa bile öbür dönem farklılaşıyor ve bunların birlikte çalışmasını öngörüyorlar. Yürütmeyi de bölmüş ve zayıflatmış. Türkiye’deki sistem, darbenin oluşturduğu bir sistem. Milletin seçtiği iktidarı parçalayarak zayıflatmayı hedefleyen, seçimsiz iktidar dediğim, seçime ihtiyacı olmayan iktidarının hareket alanını genişletmek için düşünülmüştür. Bu hükümet sistem, darbecilerin getirdiği ve esas hedefi de milletin seçtiği iradeyi, siyasi iktidarı zayıflatmak ve böylece seçime ihtiyacı olmadan bir iktidarı, bürokratik oligarşik iktidarın hareket alanını genişletmektir. Biz bunu mümkün olduğu kadar ortadan kaldıracak; başkanlık ideal anlamda ama yarı başkanlık ve partili cumhurbaşkanı da modeli bir nebze ileriye taşır. ”
Gerçek özgürlük gerçek hürriyet
2000’li yıllar özgürlüklerin, eşitliğin savunulması ve demokrasi söylemleriyle geçti.
Oysa insan haklarından dem vuranlar, kâğıt üzerinde yazılı maddeleri hayata geçiremediler.
Medenilik insan olmaktır ve Batı medeniyetten çok uzaktır.
Teknolojide ileri gitmek, insan haklarını savunmaya, hak vermeye hatta karşındakini hak sahibi görmeye bile yetmiyor.
Gerçek medeniyet Allah Resulünün hayatındadır; O’nun Ehl-i Beyt’inin hayat şeklindedir.
Allah Resulü, Veda Hutbesi’nde kişilerin birbiri üzerinde üstünlüğü olmadığını, tek üstünlüğün takva ile olabileceğinin altını çizmişti.
Hz. Ali Efendimiz de halifelik makamına gelince Allah Resulü gibi yapmış; kabilelerin üstünlüğüne veya mevki ayrımına girmeden Beytül Mal’den (Devlet Hazinesi) herkese eşit miktarda hisse vermiştir.
Müslümanları Arap, Acem, asil ve köle gibi saflara ayırmamıştır.
Biri Arap, diğeri İranlı olan iki kadına yiyecek ve dirhemleri eşit olarak pay etmişti. Arap olan kadın “Vallahi ben Arabım, bu ise Acem” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali ona, “Vallahi, ben bu malda İsmailoğulları lehine İshakoğulları aleyhine fazla bir hak görmüyorum” diye cevap verdi.
Hz. Ali, Ahidname’sinde şöyle der: “Halkın güçsüzlerinin üstüne yırtıcı hayvanlar gibi gitmemek, mal ve eşyalarına el koymayı ve yağmalamayı ganimet saymamak gerekir.”
Hz. Ali’nin kendisini öldüren İbni Mülcem’e dahi hoşgörüyle davrandığı tarihi bir hakikattir.
“Beni öldürecek olan odur” demiş; onu neden öldürmediğini soranlara, “O, henüz Beni öldürmedi” diye cevap vermiştir.
İşte gerçek medeniyet… Fiiliyata dökülmeyen eylemlerin cezalandırılamayacağı ölçüsü… Bu hal, düşünce özgürlüğünün doruk noktasıdır.
İmam Ali Efendimiz, hutbe irad ederken sözünü devamlı kesen, cahil ve kaba bir topluluk olan Haricilere karşı hiçbir siyasi dayatma veya yaptırımda bulunmamıştı.
“Bir gün İmam Ali, camide cemaate namaz kıldırırken İbn-i Kevva adlı bir harici Hz. Ali’yi incitmek maksadıyla yüksek sesle şu ayeti okudu: Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz senin amellerin boşa çıkacak ve sen elbette hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” (Zümer, 65)
İbn-i Kevva, “Senin İslam uğrunda emsalsiz hizmetlerin inkâr edilemeyecek kadar çoktur. Ancak Allah, Peygamberine bile, ‘şirk koşarsan amellerin boşa çıkar’ diyor. Sen de başta bize uyup hakem olayını kabullendiğin ancak daha sonra bizim gibi tövbe etmediğin için kâfir oldun. Şimdi amellerin boşa gitti” demek istiyordu.
Hz. Ali, namaz sırasında kendine yapılan bu hakarete karşılık namazını bozmadı. Harici, bu ayeti birkaç kez okudu ve karşılık gelmeyince sustu.
O susunca Hz. Ali, namazda, “Sen sabret; hiç şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Kesin bilgiye inanmayanlar da sakın seni telaşlandırıp hafifliğe kapılmana neden olmasınlar” ayetini okudu. (Rum, 60)
Hariciler savaş için adım atmadan, onların niyetini bildiği halde ilk hamleyi yapmamıştır.
Hariciler, düşmanlık için bir yerde toplandılar ve Ali b. Ebu Talib ile O’nun yanında yer alan ashaba karşı çıkmaya karar verdiler. Bir adam geldi ve “Ey Emir’ül Müminin, bir topluluk sana karşı gelecek” dedi.
Hz. Ali, “Bana karşı gelene kadar onlarla savaşmayacağım. Gerçi öyle de yapacaklar” diye buyurdu.
Günümüzde insan hakları veya özgürlük yok diye şikâyet edenler, bunları yaşayan ve yaşatacak olanlarla olmadıkça bu sorunları halledemezler.