“Katil olmaya ramak kala”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Üniversite son sınıftayım. Hayli uzun süren zorlu eğitim dönemini tamamlamaya az bir süre kaldı. Tam derslerin hızlandığı bir dönemde, bir kış günü, yorgun ve argın bir şekilde eve gidiyorum. Belediye otobüsünün o bitmez yolculuğu esnasında, bir yanda egsozdan çıkan ses kulaklarımda türkü gibi yankılanırken, diğer yandan diplomayı elime alıp, bir işe girmenin hayallerini kuruyorum. Yıllardır hasretini çektiğim o diploma törenini iple çekiyordum zira. Diğer öğrencilerin aksine, töreni eşim ve kızımla birlikte kutlayacaktım çünkü. Öğrenciyken, evli olmak mı? Komşu kızına aşık olmanın tatlı bir cezası olsa gerek.

Her akşam olduğu gibi, eşimin ve kızımın beni karşılayacaklarını ümit ederek heyecanlı bir şekilde çıktığım merdivenlerin başında kimse yoktu. Tuhaf, hem de çok tuhaf. Ayyakkabılarımı çıkardıktan sonra yavaşça kapıyı araladım ve her zaman cümbüş havası olan salonda bir cenaze sessizliği. Her akşam, salonun bir köşesinde yer alan ve televizyon izlemek üzere sadece kendisinin işgal ettiği koltukta babam yoktu. Sofra kurulmamış ve mutfaktan yemek kokusu gelmiyor. Anacığım mı? Divanın bir köşesine büzülmüş ölü gibi oturuyor. “Ana” diye seslendim. Sesimi duyar duymaz, göz yaşlarını, sağ elinde tuttuğu parçalanmış mendille silip, hiçbir şey olmamış gibi, “Söyle yavrum…” dedi.

“Bir şey mi oldu ana?”
“Yok yavrum, ne olsun. Sadece anamı babamı hatırladım.”
“Babam nerede?”
“Bilmiyorum…”
“Peki ya çocuklar”
“Sanırım odalarında…”

Anacığımı o şekilde görmenin verdiği can sıkıntısı ile eşimin ve kızımın bulunduğu odaya gittim. Kapıyı aralar aralamaz, beni gören kızım, “Baba” diye bağırdıktan sonra bana doğru koşup bacaklarıma sarıldı. Bir an her şeyi unutup, kızımın saçlarını okşuyordum ki, eşimin yatağın üzerinde sessiz bir şekilde ağlıdığı gördüm. Belli ki, evde bir şeyler olmuş. Eşime, “Ne oldu?” diye seslendim. “Ahmet, yok bir şey…” diye geçiştirmeye çalıştı. Israr ettikten sonra bana sadece, önce “Baban…” sonra “O kadınla…” diye mırıldandı.

Adeta dünyam karardı. Kucağımda tuttuğum kızımı usulca yere bırakıp hemen anacığımın yanına koştum. Boğazım düğümlenmesine rağmen, “Ana, doğru mu duyduklarım?” der demez, yavaşça bana doğru dönen anacığım, gözlerini açmadan kendinden geçmiş bir vaziyette hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İşte o an, adeta dünyam yıkıldı. Bir an beyin tutulması yaşadım. O andan itibaren ben, ben değildim artık. Yıllarca üzerinde titizlikle uğraş verilmiş bir yuva, yabancı bir varlık yüzünden, bir çırpıda yıkılmıştı.

Kendi kendime “Acaba ben rüya mı görüyorum?” diye mırıldandıktan sonra o rüyanın bir an önce bitmesini arzuladım fakat nafile. Rüya bitecek gibi değildi. Zaten yeni başlamıştı. Ve ne zaman biteceği de belli değildi. O andan itibaren beynimde “Neden?” sorusu sorulmaya başladı fakat cevabı yoktu.

Ev ortamı artık eski ev ortamından çok uzak bir vaziyetteyken, hayat bir şekilde devam edecekti. Ev hayatı, okul ve hayat mücadelesi bir şekilde devam etmeliydi. Televizyon izleyeceğimi zannederek, televizyonun ekranına boş gözlerle bakarken, “Neden” sorusu hala beynimde dönüp duruyordu. Bir ara ekranda Çoban Sülo’yu, yani Süleyman Demirel’i görüyorum. Elinde fötr şapkasını sallayarak bir şeyler söylüyor. Sanırım Çince konuşuyor. Ya da bana öyle geliyor çünkü “Neden?” sorusu beynimi işgal etmiş ve beyin hücrelerini rahat bırakmıyordu. Bir ara, beynimde “Neden?” sorusu bir daha baş gösterecekken, aniden zil çaldı. Mutfaktan gelen eşim, “Ben bakarım” diyerek aşağı indi. Biraz sonra elinde taşıdığı taahütlü zarfı bana verirken, göz göze geldik. O an, göz bebeklerinin titrediklerini hissettim. Çünkü zarf ünlü bir avukat tarafından gönderiliyordu. Şeytanın avukatlığını yapanlardan birisi yani. Haklıyı haksız durumuna düşürerek geçimini sağlayıp, çocuklarını o şekilde yetiştiren bir insan.

“Neden” sorusuyla çalkalanan beynimedeki kan dolaşımının hızlandığını hissederek zarfı açtım. O da ne? İçinden bir ihtarname çıktı. “Derhal evi boşaltacaksınız” diye yazıyor. Bir bu eksikti… “Ne yazıyor?” diye soran eşimin ellerini tutup, “İşte şimdi sorumun cevabını buldum.” dedikten sonra bir enerji patlaması yaşayan ben, “Nereye?” sorusuna aldırış bile etmeden ve ceketimi bile almadan koşar adımlarla apar topar evden ayrılmışım.

Beyoğlu’nun Hacıhüsrev mahallesine doğru gidiyorum. Viraneye dönmüş Kasımpaşa stadının hemen yanı başında bulunan bayırlı dar bir sokakta ikamet eden ve Arnavut Kamil diye bilinen eski bir arkadaşın evine varıyorum. Kapıya dayandığımda, soluğum kesilmişti. Renkten renge girmiş o eski ahşap kapıya birkaç defa vurduktan sonra kapıyı bir bayan açtı. Erkek bakışlı bir bayan. Sanırım Arnavut Kamil’in eşi olmalı. “Arnavut Kamil’in evi burası mı?” diye sorduktan sonra bayan içeri girdi ve ardından Kamil çıktı. Şapkadan çıkan tavşan misali. Çocukken bilyelerimi çalan Arnavut Kamil.

“Bu saatte bu mahallede ne işin var lan manyak?” diyerek beni gördüğüne sevinmişe benzemeyen Kamil’e, “Arnavut, kardeşim, yardımına ihtiyacım var.” der demez, ne demek istediğimi az buçuk anlamış olmalı ki, “Kusura bakma, ben Arnavut Kamil değilim. Artık tövbekar Kamil’im.” diyerek kapıyı yüzüme kapattı. “Ben arkadaşını yarı yolda bırakmayan Arnavut Kamil diye birini tanırdım. Allah rahmet eylesin.” dememle beraber, kapıyı tekrar açan Kamil, “Gir lan içeri manyak. Köpek ciğer dayanmadı…” diyerek kolumdan çekip beni içeri aldı.

“Söyle bakalım, Arnavut Kamil’den istediğin nedir?”
“İyi bir silaha ihtiyacım var Kamil.”
“Ahmet kardeş, kusura kalma. Ben o işleri bıraktım. Çoluk çocuk büyüyor artık.”
“Sen sigarayı bırakırsın ama o işi bırakamazsın Kamil.”
“Doğru söylüyorsun lan başımın belası. Ne yapacasın silahla?”
“Namus meselesi.”
“O halde, şimdi buradan hemen defol git ve benden sadece haber bekle. Ama yakalanırsan, beni tanımıyorsun. Şayet ismim tekrar bir cinayete konu olursa, billahi Arnavut yemini eder, 80 yaşında da olsan seni bulur, ciğerlerini önce mıhlar,  sonra Arnavut çiğeri yaparım…”
“Bana güvenmiyorsan, boşver o zaman.”
“Tamam lan… Kes sesini ve benden sadece haber bekle. Şimdi buradan giderken mahallenin berduşları sana sataşacak olurlarsa, bebelere sadece selamımı ilet. Yine birini arabanın tamponuna bağlar, Hacıhüsrev turu yaptırırım…”
“Evallah kardeş. Yine Godfather moduna girdin…”

Geç saatlerde eve girdikten sonra, “Neredeydin?” diye soran eşime, “Arkadaşlarla ders yaptık.” diyerek sakinleşmesini sağladım. O ara ben de sakinlemiştim. Çünkü artık sorumun cevabı belliydi. Oysa cevabı bulmak basitmiş fakat yorulmuş beynimde çözememiştim. Bu kadar basit bir sorunun cevabı nasıl bulunamazdı ki? Hergün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde ve televizyon kanallarında yayınlanan haberlerde duymak münkündü. Neyi mi? Cinayeti… Evet, cinayeti… Sorunun cevabı cinayet kelimesinde saklıydı ve her şeyi çözmeye yardımcı olacaktı. Peki talihli kimdi? Babam mı? Yoksa yaratık mı? Hayır… Babam olmaz. Ne olursa olsun, aynı kanı taşıyoruz sonuçta. Diğer kişi… Evet, diğer kişi… Yani yaratık… Beni, bizi ve yuvamızı bu hale getiren yaratığın beynini besleyecek kurşun sayesinde her şey çözecekti.

Artık tövbekar olduğunu iddia eden Arnavut Kamil’in talimatı üzere evde beklemeye başladım. Aradan birkaç gün geçti. Gözümü telefondan ayırmıyorum. Her çalmasına, “İşte Kamil” diyerek heyecanlanıyorum fakat o değil. Yani bizim Arnavut değil. Ya annemin en yakın arkadaşı Fikriye Teyze veyahut yanlış numara çevirdiklerini iddia eden dengesizler. Tam kendi kendime; “Acaba bu Arnavut bana oyun mu oynadı?” demeye başlamıştım ki, aniden telefon çalmaya başladı. Allessandra Lolita Oswaldo’nun kısaltılışı olan “Alo” kelimesi ile seslenir seslenmez, karşı taraftan kalın bir ses, “Küçük kardeşi ayarladık. İkindi vaktinde Halıcıoğlu Sapağı Hristiyan Mezarlığı’na gel.” diyerek telefonu yüzüme kapatıyor. Hristiyan mezarlığını anladık da, ikindi vakti ne alaka?

Hafta sonları ve tatil günlerinde Baba Salih diye bilinen eski bir kabadayı abimizin kıraathanesinde zor zalim biriktirdiğim 5 bin lirayı yanıma alarak Beyoğlu’na doğru gidiyorum. Aklım çalışıyor ama yerinden oynadı mı oynamadı mı belli değil. Ayaklarım yere basıyor fakat adımların ayarları bozulmuş. Ayrıca yüzümde de tikler oluşmuş. Sağ kaşım arada bir, yukarı doğru atıyor. Saç sakal mı? Adeta birbirine karışmış.

Neyse ki, mezarlığa vardım. Mezarlığın bir an Hristiyan mezarlığı olduğunu unutup, Fatiha Suresini okumaya başlamışım. Yavaş yavaş yönümü dönerken iri cüsseli, yüzünün yarısı yanmış siyah elbiseli bir adam aniden karşıma belirdi. Sanki önümde ışınlandı. Fatiha’yı yarıda bıraktıktan sonra irkilerek, bir an için içimden “Azrail mi lan o” diye düşünürken, sol eliyle burun deliklerini okşayan Azrail kılıklı adam, “Beni tanımadın galiba. Bana Yüzü Yanık Azrail derler. Sana küçük kardeşi getirdim.” diyerek cebinden çıkardığı Glock marka silahı, yani Arnavut Kamil’in deyimiyle “Küçük kardeşi” pantolonumun arka kısmına takıp, “İşte küçük kardeşin yeri.” diye seslendi.

“Borcumuz ne Azrail kardeş?”
“Ne borcu?”
“Küçük kardeşin borcu?”

“Kamil abim, kardeşimin namus borcu benim de borcum dedi.”
“Sağ olsun…”

“Kardeş, yapamayacaksan, bana leşin kimliğini ver, gerisini bana bırak. Sende pek yapacak göz yok ama haydi hayırlısı…”
“Yok olmaz… O kişiyi kendi ellerimle öldürmem lazım. Ya değilse ölesiye kadar azap çekerim.”
“Güzel… Ama unutma. İş bitince küçük kardeşi kaybet. Teslim olsan bile küçük kardeş bulunmayacak. Ya değilse Kamil abim Arnavut yemini eder.”

Azrail, tam dönecekti ki;

“Azrail bakar mısın?”
“Buyur kardeş”
“Kamil gerçekten tövbekar mı oldu?”

Bu soru karşısında, sol eliyle tekrar burun deliklerini okşadıktan sonra o katil suratının sağlam kısmıyla tebessüm etmeye çalışan Azrail, “Kamil abim hapisten çıktıktan sonra 5 vakit namaza başladı. Yakında Hacca da gidecek. Zekatını ve fitresini kaçırmaz. Ayrıca yardıma muhtaç insanları hiçbir zaman boş çevirmez. Ancak şirket devam ediyor.” dedikten sonra dönüp, hızlı adımlarla ortadan kayboldu. Anlaşlan o ki, bizim Arnavut Kamil, tavuk tövbesi yapıyormuş.

Sırtımda taşıdığım küçük kardeşle artık kendimi daha farklı biri gibi hissediyordum. Sanki korkusuz bir insan haline dönüşmüşüm. Gözü dönmüş bir insan. Karıncayı bile incitemediği halde, dengesini bozan yaratığı bir leş haline dönüştürmek için şartlanmış bir canlı misali.

Eve geldikten sonra, küçük kardeşi cinlerle perilerin haricinde kimsenin bulamayacağı bir yere sakladım ve “Neden” sorusuyla yorulan beynimde artık planlar oluşmaya başlamıştı. Haftalardır kapısından bile geçmediğim üniversitede olduğu gibi teknik planlardan ziyade, cinayet planları. Hayatımı karartan yaratığa dair cinayet planı. Evet o yaratık. Beni insanlıktan çıkardığına göre, insan olamazdı o. Sanırım mutlu insanların mutluluğunu bozmak üzere, uzaydan belli bir görevle gönderilmişti dünyaya. Onu derhal yok edip, önce ailemi ve sonra dünyayı kurtarmam lazımdı.

Bir sabah, kendi kendime, “O gün, işte bu gündür” diyerek elimi yüzümü yıkayıp, önceden uzun süren kahvaltımı bir iki zeytin ve bir bardak çayla tamamladım. Grantuvalet giyindikten sonra, küçük kardeşi sakladığım yerden alıp belime taktım. “Hayırdır?” diyen eşime, “Üniversitede imtihan dönemi başladı.” dedikten sonra tam evden ayrılacakken, “Babaaa” diyerek bana sarılan kızımı sanki bir daha göremeyecekmiş gibi sevdim.

Daha önce, babamla yaratığın beraber kaldıkları evi öğrenmiştim. Evin bulunduğu sokağın yukarı köşesinde beklemeye başladım. Yukarı köşe çünkü beynine kurşunu yedikten sonra yaratığı yuvarlanarak bayır aşağı inerken izlemeliydim. Ayrıca, kurşunun hedefi şaşırması halinde, yaratığın bayır yukarı bana saldırması belki daha zor olacaktı. Her neyse işte. Bu saçma sapan düşüncelerle sokağın karanlık bir köşesinde beklemeye başlıyorum. Beklerken, aklımda ikide bir o an canlanıyor. Evet, o an… Yani yaratığın karşıma çıktığı ve küçük kardeşle karşı karşıya geldiği an işte. Küçük kardeşin beni sevindirdiği an. Sonra o an tekrar canlanıyor ve sonra bir daha derken, kendi kendime ansızın; “Hayır bugün olmaz” deyip, tamamlamam gereken işi ertesi güne ertelemeyi uygun gördüm.

Eve girdikten sonra koltukta yatar oturur vaziyette ertesi günü bekliyorum. Üzerimde çok ağır bir yorgunluk. Bozuk kırkbeşlik plak gibi beynimde dönüp dolaşan sorular yüzünden iflasın eşiğine gelmiş bir beyin. O an uyuyor muyum yoksa uyanık mıyım belli değil. Sanki gerçek dünya ile rüya birbirine karışmış. Birdenbire kendimi tekrar yaratığın yaşadığı sokakta buluyorum. Hem de bu sefer kararlı bir şekilde. Ansızın, yaratık karşıma çıkıyor. O an, tek kurşunla işi halletme niyetinde olmama rağmen, içimdeki kin ve nefret yüzünden tüm şarjörü boşaltmışım. Yarartık kanlar içinde yere patates çuvali gibi yığıldıktan sonra aklım başıma gelmiş. Bir de bakmışım hapishanedeyim. Karşımda anacığım, eşim ve kızım. Anacığım “Oğlum neden öyle yaptın? Neden cinayet işledin? Neden bizi yalnız bıraktın.” diyerek bir yandan feyat ediyor, diğer yandan ise eşim ve kızımla beraber hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş. Sonra kendi kendime “Aman Allah’ım, ben ne yaptım öyle? Nasıl oldu da ben cinayet işledim? Ben bunu neden yaptım?” diyerek ağlarken, birdenbire yattığım koltukta gözlerimi açtım. Ancak gözlerim gerçekten yaşlı ve gerçekten kendi kendime rüyada sorduğum soruları sormaya devam ediyorum. Biraz sakinleştikten sonra, “Oh be rüyaymış” demeyi uygun görüp, bir süredir kaybettiğim aklımın tekrar yerine geldiğini farkettim.

Bu rüya sayesinde, artık bu konunun ilkel bir şekilde halledilmeyeceğini anlayıp, bütün bu yaşananların aslında dünyevi bir imtihandan ibaret olduğunu anlamıştım sanki. Gün ışıdıktan sonra üzerimde gezdirdiğim küçük kardeşi, kimseye bir zarar vermemesi üzere parçalara ayırıp, avlunun farklı yerlerine gömerek işlem dışı olmasını sağladım. Böylece Arnavut Kamil, benim için Arnavut yemini yapmak zorunda kalmayacaktı.

Kahvaltıyı yaptıktan sonra, anacığıma ve eşime valizlerini hazırlamaları gerektiğini söyledim. Sonuçta, şeytanın avukatı, gönderdiği ihtarnameyle evi boşaltmamızı istemişti. Evden ayrılırken, o eski ahşap kapısını son kez çarparken, adeta kalbim bin parçaya ayrılmıştı. Birkaç adım yürüdükten sonra, son kez dünya gözüyle izlediğim evin giriş kapısından balkonuna kadar, çocukluğumdan bu yana, babamla beraber yaşadığım anılar adeta bir film gibi çok kısa bir sürede gözlerimin önünde sergilenmişti.

Sonra bir daha adım atmamak üzere ayrılmaya hazırlandığım mahallede yürürken, elini tuttuğum kızımın, “Nereye gidiyoruz baba?” sorusuna, cevabım “Çok uzaklara kızım, çok uzaklara.” şeklinde oldu…

Hikaye: Cafer Yıldırımer

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.