Sıtma, verem, frengi, trahomve benzeri bulaşıcı hastalıklarla uğraşan bir halk.Yakılmış kentler, harap edilmiş köyler, uzun savaşların verdiği yılgınlık, bıkkınlık psikolojinde bunalmış bir toplum. Vatan toprakları elinden alınan ve her yenilgi sonunda Anadolu yaylasına sığınan mazlum bir millet. Sömürgeci devletlerin paylaşmaya, bölmeye, işgal etmeye doymadıkları hicranlı coğrafyalar. Ümitsiz bir yığın haline gelerek ne yapacağını bilemeyen kalabalıklar.
Süleyman Nazif, Bombay Hayvanat Bahçesi’nde gördüğü esir aslanı o günlerdeki halimize benzeterek şöyle tarif ediyordu:
’’Zavallı hayvan tehevvürle dönüyor ve bu seferde sol böğrü demir çubukları zorluyor,zorluyordu.Birdenbire durdu.Zannettim ki, bir kere daha ilan-ı mağlubiyet eden aczi önünde susacak…Hayır susmadı.O güzel yelesini silkerek,o güzel gözlerini yumarak,ağzını iki parmaklığın arasından havaya dikti ve ufuklardan gelen gök gürlemesine benzer bir sesle haykırdı haykırdı.Ben o aslanı böyle gördüğüm içindir ki,esaret karşısında en yüksek hislenme mertebesi olan rikkatle mütehassis olmuştum.Kafeste ümitsiz ve mütevekkil uzanmış,bizi lakayt nazarlarla süzmüş olsaydı,o aslan sokakta birçok emsalini görüp geçtiğimiz uyuz köpeklerden ziyade hatırımda tutmayacaktım.’’
Öte yandan Faruk nafiz Çamlıbel, ‘’At’’ başlıklı şirinde tıpkı esir aslanda yazısında olduğu gibi ‘’At’’ metaforuyla şahlanan Türk milletini tasvir ediyordu:
Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor
Son macerayı dinlememiş varsa anlatın;
Ram etmek isteyenler o mağrur, asil atın
Beyhudedir, her uzvuna bir halka bulsa da;
Boştur, köpüklü ağzına gemler vurulsa da…
Coştukça böyle sel gibi bağrında hisleri
Bir gün başında kalmayacaktır seyisleri!
Son şanlı mâcerâsını tarihe anlatın:
Zincir içinde bağlı duran kahraman atın
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor
Asrın baş eğdi sandığı at şâha kalkıyor!
Yine Yahya Kemal Beyatlı, Büyük Taarruz’un başında Allah’a şöyle dua ediyordu:
Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyednâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.
Bin türlü eza ve cefaya rağmen yaşama mücadelesi veren, ‘’hasta adam’’ olarak tanımlanarak başına akbabaların üşüştüğü yaralı bir aslan. Hürriyet ve bağımsızlığı ortadan kaldırılarak köleleştirilmeye çalışılan halkın yer yer kıpırdanış ışıkları yakması.
Büyük Zafer’le taçlanan milli mücadele, bir Türk milletinin inanç, dua, azim ve dileğinin eseriydi. İstiklal Marşındaki dizeler bunun bir ifadesiydi;
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakka tapan milletin istiklal
Sonra Anadolu yaylasından yükselen Köroğlu avazlı yiğit bir ses: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Ve bu sesin etrafında toplanan bir avuç inançlı insan, vatanı, milleti mücadele yoluyla hürriyet ve bağımsızlığına kavuşturmak için yola çıktı. Türlü zorluklar içinde büyük zaferle taçlanan bu mücadele Cumhuriyet kurularak sonuçlarındı. Cumhuriyet; şehitlerimiz kanı, gazilerimizin yaralarından doğdu. Cumhuriyetimizi kuranlar, bu yönetim şeklinin Türk milletinin karakterine ve töresine en uygun idare şekli olduğunu ifade ettiler. Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesi oldu.
Atatürk’ün şu sözlerini okudukça daralan, sıkışan içimiz rahatlıyor ve bütün olumsuzluklara rağmen geleceğe daha ümitle bakabiliyoruz: ‘’Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.’’
“Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.” Her dem yeniden doğarak, yeniden yaşayarak, yeniden yaşatarak… Ve TBMM’nin 29 Ekim 1923 günkü oturumunda hep bir ağızdan haykırılan “Yaşasın cumhuriyet!” nidalarıyla gök kubbeyi inleterek…
Ahmet Urfalı