BELÇİKA’YA GÖÇ HİKAYELERİ

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Avrupa’ya 1960 yıllarda başlayan geçici işci göçünün üzerinden neredeyse 50 yıl geçti. Geçici olarak başta Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsviçre, Avusturya ve diğer Avrupa ülkelerine çalışmak üzere giden Türk vatandaşlarımız özellikle Belçika’da Emirdağlı vatandaşlarımız arasından ulaşıp birebir yaptığımız “Göç Hikayeleri” röportajlarımızı ilgiyle ve bir solukta okuyacağınızdan emin olmakla beraber kendilerine ulaşamadığımız benimde hikayem var diyen okuyucularımız olursa; hikayeleriyle beraber bir adet fotoğrafını bizlere göndermeleri halinde onlarıda yayınlayacağız.

MEVLÜT ŞİMŞEK

İsmim Mevlüt Şimşek Belçika’ya ilk gelenler çalışmaya başlamışlardı. Yerleşenler Emirdağ’dan akrabalarını istekle getirtiyorlardı. Bizim akrabalardan bir tanesi istek göndermiş. Ben 1973 yılında çatallı köyünde hem muhtarlık hem imamlık yapıyordum gelen evrakı imzaladım verdim. Arkadaşın bir tanesi dedi ki; “hocam birde sen dilekçe yaz belki seninki de çıkar” Emirdağ’da ki(istidacı) arzuhalci Kazım Uyar’a bir dilekçe de ben yazdırdım. Köy muhtarı olarak kendi dilekçemide imzalayıp mühürledim ve dilekçeyi gönderdim. Biraz müddet sonra ‘Permi’ (çalışma belgesi) eve geldi. Zamanın Emirdağ Kaymakamı Ali Fuat Çapan’a muhtarlıktan istifa dilekçemi verdim. Kaymakamımız; “Sen istifa etme ben sana 1 ay izin vereyim,görevi birinci aza ya teslim et git, çalışamazsan belki geri gelirsin dedi.” Bende üzerime düşen her türlü sorumluluğu alıyorum diye bir evrak imzalayıp Belçika’ya doğru yola koyuldum. Burada Hollanda yakınlarındaki Biasa kasabasında Tahta Fabrikasında işe başladım. İş hiçte kolay değildi. Kendi memleketimizde burdaki iş imkanları olsaydı da, burda çalıştığımız gibi kendi vatanımızda çalışsaydık daha iyi olurdu. A permisi çıkınca B permisini de aldım. Emirdağ’dan Ailemi ve çocuklarımıda getirtip Brüksel’e yerleştim. Aile kalabalıklaşınca çalışmaya mecbursun Brüksel’de demir döküm fabrikasında işe başladım. Keşke oradaki işe girmeseydim. O Fabrikada 6 sene çalıştım ama sağlığımı kaybettim. Ne kadarda ilaç kullansamda hala o demirdöküm deki yılların ıstırabını çekiyorum. Yinede Allah’a şükürler olsun,bereket versin. Şimdi ise emekliyim, çocuklar büyüdüler hepsi iş sahibi oldular. Fatih camisine bir gazeteci gelmiş sırtında çantası, elinde makinesi ile Mevlüt Hocam biraz hatıralarını anlatırmısın diye. Ne diyeyim buraya Belçika’ya elimizde bir tahta bavulla geldik. Şu gördüğün Haecht Caddesi üzerindeki dükkanlar şimdi hep Türklere ait. Schaerbeek’te Saint-Josse’ta mülkiyeti bize ait olan evlerimiz var. Gurbet ele biraz sermaye kazanalım diye geldiğimiz bu yerler artık bizlerin ikinci vatanı oldu.İlk geldiğimiz zamanla şimdiki zaman arasında da artık Türklerin bakış açıları değişti. Ucuz olması sebebiyle ilk zamanlar sılaya izin yolculuklarımız otobüsler vasıtası ile oluyordu, şimdi ise son model arabalar ile zamanı değerli olanlar uçakla yolculuğu tercih ediyorlar.

İLK JENERASYON NASIL ZORLUKLARLA MÜCADELE ETTİ

Dilini ve dinini bilmediğimiz bir toplum içerisinde yaşamaya başladıktan sonra artık bizimde dini ve milli günlerimizi kutlamamız, dini ihtiyaçlarımızı karşılamamız hasıl olmuştu. İlk zamanlarda geçenlerde rahmetli olan Arnavut kökenli İbrahim Hoca sayesinde boş evlerde ibadetlerimizi yapmaya başladık. Şimdiki gibi camilerimiz yoktu. Sebebi ise kimse buraya yerleşmeyi düşünmüyordu. Bir tarla parası, bir traktör parası kazanıp dönmek için buralara kadar gelmiştik. Gurbete gelmek bize zor geliyordu,şimdi, ise buralardan öz vatanımıza dönmek çok zor. Çünkü artık çocuklarımız tamamen Belçika ya yerleşmiş durumda torunlarımız okullara gidiyor, dönmek çok zor. Dönüş ancak tabutla olacak,o da Allah nasip ederse ;şimdi buralarda da artık müslüman mezarlıları kurulmaya başlandı.

UNUTULMAYAN ANILAR

Günlerden bir gün sabah namazını kılmak için kalktım. Abdest alacağım çeşme çalıştığımız atölyenin az ilerisinde bir kulübenin yanındaydı. Uykunun verdiği mahmurlukla atölyenin önünden geçerken içeriden bir çıtırtının geldiğini duydum ve kapıya doğru yönelip tahta kapıların aralığından baktığımda kalbim duracak gibi oldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Dil bilmediğim ve paniğe kapıldığım için bağıramadım da, atölye yanıyordu. İşyerinin patronunun evi az ilerideydi. Hışım gibi koşarak patronun kapısını yumruklamaya başladım. Patronum sabahın o saatinde korku ve endişe dolu bakışlarla kapıyı açtı. Ona el ve kol işaretleriyle atölyeyi gösterip benimle gelmesini istedim. Adam ürkek bakışlarla beni takip etti. Atölye ye geldiğimizde yangın dumanlarını görünce patronum gür ve korkunç bir çığlık attı. Çığlık ve gürültüye uyanan isçiler ve çevredekilerin yardımı ile atölyedeki yangını az bir hasarla söndürdük. Ertesi günü beni bir dil bilen hemşerimle beraber büroya çağırdılar. Patronuma olanları detaylarıyla anlattım. Bana bir hafta Türkiye’ye tatile gitmemi tüm masraflarını kendisinin karşılayacağını söyledi. Daha yeni gelmişim Türkiye’den, gidemeyeceğimi söyledim. Zorla ve ısrarla beni bir hafta Brüksel’de akrabalarımın yanına tatile gönderdi. Orda bir Hafta gezdim, geldim. Yatakhanemdeki yataklar, yastıklar hep kuş tüyünden yeni olarak hazırlanmıştı. Hergün ailesi özel olarak  bana özel yemek getiriyor, izzeti ikramda bulunuyorlardı. Allah var yukarıda, sadece çorbaları içiyor, geceleri kimse görmeden yemekleri götürüp kazdığım çukura gömüyordum. Böyle böyle orada çok güzel günlerim geçti. Yine akraba ziyaretlerimden birinde Brüksel’e gelmiştim, burada demir döküm işi var, parası biraz iyi dediler (A permisi veriyorlar). Ona özenip Brüksel’e göçtüm. Patronum bana maktup göndedi, yeni işinde başarılar dilerim, ne zaman başın sıkışırsa, işe ihtiyacın olduğunda sana daima kapım açık diye. O mektubu hala dolabımda saklarım.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 9 Kasım 2013, 11:58

    Yayla’lara göç gibi olmalıydı.Her sene göç ettiğimiz yaylalarımız,yurtlarımız,oba’larımız bizi şefkâtli bir anne gibi bağrına basıyordu.Pınarlarından sularını içtiğimiz,derelerinden kuzukulağı topladığımız,ışkınlarından koparıp yediğimiz,Mis gibi yayla havasını kokladığımız ve bizlere sunduğu nimetleri karşılıksız aldığımız yaylalarımız gibi olamadı Avrupaya göç.
    İlk gidenlerimiz bir kaç yıl dişini sıkıp,bir ev alacak kadar para biriktirip geri döneceklerdi. Kimisi Averende çayır tarla alacaktı,Kimisi Arabacı Hüsnü ARAS’a yeni bir at arabası yaptırıp bir çift güçlü kuvvetli at alacaktı.
    İlk kurulan hayâller hemen hemen böyleydi,Sabah erkenden kalkıp,eline sefer tasını,ekmeğini alıp, Kilometrelerce uzakta kablo işine gidiyordu. Kimisi fabrikalarda çalışıyordu,kimisi de Kömür madeninde çalışıyordu. Zor du Gavurun işi, Para veriyordu ama karşılığında sağlığını alıyordu.
    İzine geliş ayları iple çekilmeye başlandı,aylar öncesinden bavullar hazırlanmaya başlandı,Eşe dosta hediyeler hazırlandı,Çaylar,kahveler,çikolatalar,Fotoğraf makinaları,Teypler,pikaplar,radyolar alınıp bir kenara kondu. Yüreklerinde bir heyecan,Goncay’ı bekliyorlardı. Oralarda ehliyetler alındı önce, daha sonra elden düşme bir araba alındı, Opel,Pontiac,Wolswagen paralarına göre gavurun garajında araba çoktu.
    İlk heyecanın atılması ile,Almanyadan,Belçikadan,Hollanda’dan yola çıkıldı, üç-dört gün sürdü Kapıkule’den girişleri. Mutluluktan uçuyorlardıi
    Burunlarında tütmeye başlamıştı Suvermez köyü’nün tozlu yolları.
    Yıllar hemen hemen hep böyle geçti, Çayır tarlalar çoğaldı,arabacı
    Hüsnü Aras hep bekledi dükkanının önünde Avrupalılara yeni at arabası yapmak için,At arabası yerine traktörler alındı, köyde kalanlar tarlalarını rahatlıkla ekip sürmeye başladılar. Bir nesil avrupaya ayak uydurdu,Yeni nesiller gözlerini Avrupada açtı,okullarda okudular işçilikten İşverenliğe yükseldiler. Meslek sahibi oldular İzinlerde geldikleri köylerinde sadece Dedelerini,Ebelerini gördüler yakın akrabalarla tanıştırdılar.Şu emmin,şu bibin, şu Dayazan,şu dayın dediler Yeni nesil Köylerine yabancı oldu, izin bitmesin diyen büyüklerinin aksine çabuk bitse de gitsek geri demeye başladılar, İkinci,üçüncü nesiller gelmemeye başladı,geldiklerinde ise Deniz kenarlarını tercih etmeye başladılar, köylerine uğramaz oldular. Uçakla Antalyaya gelip oradan geri döndüler.Babalarının,annelerinin doğup büyüdüğü evler virane olmaya başladı,Yılların yükünü çekemiyen o evler,o avlular, hatıralarla birlikte hüzünlü bir şekilde yok olup gittiler.
    Avrupa mı karlı çıktı yoksa biz mi bu göçten.?
    Nesilleri hebâ ettik, kültürümüzü,geleneklerimizi,örf ve adetlerimizi unuttuk. Herşeyin üstünde insanlığımızı verdik avrupaya. Para ile ölçmeye başladık, paran kadar konuş diyen nesiller yetiştirdik.
    ne yazık ki herşey para değil sözünü öğretemedik

    Cevapla
Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.