ÖLDÜRÜCÜ NEFRET VE BEATE ZSCHAPE

kum saati
Sinan Özdemir
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Almanya bundan onsekiz ay önce Eisenach ve Zwichau’da yaşananlardan (Avrupa’da av mevsimi II, Dünya Bülteni, 23 Aralık 2011) sonra aşırı sağ terörü ile tanıştı. Yaşananlar uzun yıllar cevapsız kalan sorulara yenilerini ekledi. Alman devleti parmakla gösterildi, gösterilmeye de devam ediyor. Mahkeme uzun hazırlıkların ardından geçen hafta, 6 Mayıs günü açıldı, kısa bir süre sonra kapandı ve ileri bir tarihe ertelendi. Yakınlarını terör saldırılarında kaybedenler için cevabı beklenen onlarca soru var. En önemlisi “neden?” sorusuna aradıkları cevap.

Yayımlanan bir ankete bakılırsa Türkler yaşananlardan bütün Alman toplumunu sorumlu tutmuyor, devletin olaylarda parmağı olduğunu düşünüyor ve her şeye rağmen Almanya’da yaşamaya devam edeceklerini ifade ediyorlar. Beklentilerinin başında güvenliklerinin sağlanması geliyor. Beliren güvensizliğin ortadan kaldırılması ve güvenin yeniden sağlanması noktasında Almanya’ya büyük sorumluluklar düşüyor.

Duruşma salonunda Beate Zschape’nin yüz ifadesi, mimikleri ve duruşu; dışarıda aile yakınlarının feryat ve eylemleri medyaya yansıyan kareler oldu. Salona girdikten sonra medyaya sırtını dönmesi, salonda bulunan aile yakınlarıyla yüzleşmeyi istememesi, gözlerine bakmaya cesaretinin olmamasına yorumlandı. En önemlisi aşırı sağ gruplarda görülen saç ve giyime göndermede bulunacak bir halde mahkemeye çıkmaması oldu. Almanlar ekranda kendilerinden birini gördüler.

Düşünür Vladimir Jankelevitch 1980’in ilkbaharında katıldığı bir radyo programında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı, Almancayı, düşünürlerini ve ürettiklerini neden boykot ettiğini çarpıcı bir cümleyle açıklıyordu :”Almanlar altı milyon Yahudi’yi öldürdü; ancak iyi uyuyorlar, karınları tok ve Alman Mark’ı iyi durumda”. Jankelevitch’in tepkisi Almanların sessizliğine, vurdumduymazlığına idi. Ayrıca, bu ifade Almanların uzun zamandır içinde bulundukları bilinç parçalanmasına da göndermede bulunuyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın tekrar ırkçı ve totaliter bir rejime kaymasını önlemek için eğitim ve öğrenim desteklendi. İşledikleri suçun hafızalara kazınması için sinema ürettiği filmler ve belgesellerle destek verdi. Ne var ki, bilinç parçalanması yaşayan Almanlar için önemli olan yıkılanı yeniden inşa edebilmiş olmaları ile sınırlı kaldı. Hannah Arendt, dönüşümün otomatik olmayacağını ifade ederken basit yaklaşımlardan uzak durulması gerektiğinin de altını çiziyordu. Beate Zschape davası Almanların bunu başaramadıklarını gösteriyor.

Bir zamanlar “öteki ve şüpheli” olarak değerlendirilen Yahudi’nin yerine özellikle 11 Eylül’den sonra yeni bir öteki ikame edildi. Almanya’da Türk figürü üzerinden bu yeni bakış desteklendi. Bunun böyle olmasında medyanın oynadığı rol yadsınamaz. Solingen’de 1993’te yaşananlardan sonra Alman medyası başta olmak üzere Alman toplumunun yaklaşımıyla 2000-2001 sonrası tutum ve yaklaşımı arasında uçurumlar var. Solingen’de yaşananlardan sonra yaşananları anlamaya dönük bir çaba ortaya konarken, 2000’den sonra suçlayıcı bir dil görülür. “Döner cinayetleri” ifadesi bunun en çarpıcı olanı. Israrla olayların ardında Türk mafyasının aranması, Türkleri konumlandırdıklar yer itibariyle, potansiyel suçlu olarak değerlendirilmelerine ve sonucun kaçınılmazlığına göndermede bulunuyordu. Türk basınına yönelik son haftalarda takınılan tavır ise olayın ciddiyetinin hala kavranamadığını gösterdi.

Almanya nefretin kaynağını sorgulamak, devlet aygıtı içinde ki fay hatlarını bulmak zorunda. İçişleri bakanlığı 68 faili meçhul dosyadan söz ederken, Alman basını yüze aşkın dosyanın olduğunu iddia ediyor. İçişleri bakanlığının soruşturmada ki zaafları göz önünde bulundurulduğunda skandalın boyutu bir kat daha artıyor. Ölüm makinesinin nasıl çalıştığını anlamadan önüne geçmenin mümkün olmadığı çok açık.

Polis, içişleri bakanlığı ve Anayasayı Koruma Teşkilatı içinden sağlanan destek yabana atılmamalı. Yaşananlar sorumluluğun ve doğruluğun ahlaki temellerini sarstığı bir gerçek. Bu noktada liberal veya neo liberal çalışma hayatı bizlere “düşünme mekanizmalarını” anlamaya yönelik önemli anahtarlar sunabilir. İktisadi gerekçeler, zorunluluk düşüncesi içinde hareket eden insana emirleri sorgulamamayı öğretir. Çalışan verilen emirleri sonucunu düşünmeden yerine getirmekle yetinir. Yüksek sadakat duygusuyla hareket eder. Usulsüzlük durumunda ise “neden?” sorusuna yalnızca emri yerine getirdiğini veya sonucunu görebilecek entelektüel kapasiteye sahip olmadığını söyleyerek kendini savunur. İyi ve kötü olanı ayırt etme gücü elinden alınan insanın toplumsal yaşamda çok daha farklı hareket edeceğini düşünmek zordur.

Münich mahkemesi herhangi bir ideolojiyi veya dönemi mahkeme etmeyecek. Yalnızca Beate Zschape’ı işlediği suçlardan yargılayacak. Alman devleti tazminat ödeyerek sorumluluğunu unutturmaya çalışabilir. Lâkin mekanizmaların doğru anlaşılamaması ötekiye yönelik şiddeti ve nefreti büyütürken, kötülüğü sıradanlaştırır. Çünkü ideolojiler kurumlara ve devlet aygıtına sızdıkları ölçüde öldürücü olurlar!

Sinan Özdemir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.