Brüksel’in bir bataklığın üstüne kurulduğuna kim inanır. İsiminin de ondan geldiğine!
Brüksel’e ilk gittiğimde Noel arifesiydi. Grand Place Meydanı’nda kalabalıkla selamlaşmıştık. Aileler çocuklarını taht misali bir yerde oturmuş, temsili Noel babaya götürüyorlar, tanıştırıyorlar Noel babada onlara şeker veriyordu.
Hoşuma gitmişti çocukların mutluluktan parlayan gözleri.
Meydan güzeldi, çevreleyen binalardaki heykeller muhteşemdi. Nasıl güzel olmasınki, Grand Place Meydan 1998 yılında UNESCO Dünya Tarih Mirası listesine seçilmiş bir yer…
Sonra orada bir çarşı benzeri üstü camlı kapalı bir yere gitmiştik. Dantellere bakmıştım uzunca…
Dahasında bir otele yerleşmiştik ve birkaç gün kalacağımız bu güzel kentin tadını çıkarmak üzere dolaşmaya başlamıştık.
O zamanlar orada uzun yallırdır yaşayan birkaç Türk’le sohbet etme imkanı bulmuştuk.
Benim konuştuklarım mutlu insanlardı. Tek dertleri Vatanlarından uzak olmaktı, hasretlik çekiyorlardı.
Bir bayan şöyle demişi. Hiç unutmam:
“Gurbet zor! Zamanında geldik yerleştik, biz geldiğimizde daha da zordu. Benim çocuklarım burayı evleri bildiklerinden çokda zorlanmadılar. Ben gelin geldim. Düşünün evinizden olduğunuz yetmiyormuş gibi, mahallenizden, şehrinizden ve vatanınızdan oluyorsunuz. Bana her şey yeniydi o zamanlar. Eşim yeni, onun ailesi yeni, oturduğumuz ev yeni, eşyalar yeni, komşular yeni, sokaklar, insanlar yeni.
Her şey yeniydi. Ben genç halimde eski kalmıştım aralarında. Şimdi yıllar geçti. Ben yine eskiyim bir farkı var artık ben onları da eskitmişim. Burada olmanın bir ayrıcalığı varki nasıl çözülür ben bunca yıldır bilemedim. Burada da yarı mutluyum vatanımda da. Burada orayı özlemekle, orada burayı özlemekte geçti ömrüm. Diyorsanki iyimisin? İyiyim diyorum.”
Buna yakın bir sohbetti… Düşünmüştüm. Şehir güzeldi, güzel olmasına da yalnızlık her yerinden selam veriyordu. Anadolu’da bir söz vardır çokda severim.
Ekşi mükşü bağımızın koruğu.
Elbetteki bağdaki koruk yenmiyor ama bizim diyoruz.
Zamanla alışılıyor yabancı bağlardaki üzümler koruk halleri ile değil olmuş hallare ile bizim oluyorda biz yinede korukları mı istiyoruz acaba…
Şimdi bir başka düşünce var aklımda.
Bence ilk gidenler ağır gurbeti yaşadılar.
Bir kanal varmış o zamanlar Türkiye’den oda belirli saatlerde yayın yaparmış.
Şimdi her Türk evinde uzay antenleri ve digitürk…
İçerisi Türkiye dışarısı Belçika yaşam devam ediyor…
Elbette güzel bakmaklada ilintili mutluluk.
Güzel gömek kadar güzel düşünmekte gerekli.
Şanslı olduğumuzu bilmek bizi rahatlatıyor bir anlamda.
Belki oralarda Vatan’dan uzakta yaşanıyor ama oraya gitmek için can atanların olduğunu bilmek!
Oralarda daha rahat bir hayatı yaşamanın güzelliğini kabul etmek!
Artık mesafelerde o kadar uzak değil.
Gidip gelmek eskilerde olduğu gibi dertte sayılmaz…
Demiş ya kendi giden gurbetine sevgili,
Çileklerle gel hani açarlar ya,
Bilemedin portalakallar çiçek verdiğinde gel,
Dahasımı var diyorsan evet de
Yabancı olmadan, beni unutmadan,
Banada kendine de el olmadan gel…
Yeni Vatan gazetesinde sizlerle olacağım.
Bazen buraları sizlere hatırlatacağım,
Bazen sizin oralardan yazacağım.
Bazen kitaplarımdan söz edeceğim,
Bazende turistlerden turizmden…
Ben tarihi roman yazarıyım. Tarihe bir çeşit müptelayım. Kitaplarımı tarihten esinlenerek, kurgulayarak roman tadında yazarım.
Tarih denilince efsaneler de denilmez mi? Ve sevilmezmi? Sevilir elbette.
Belki bu yüzden mitoloji kitapları yazdım:
“Zeus’un Aşkları”
“Herakles’in Kadınları…”
Tarih içerikli romanlar yazdım, ailemden büyüklerimin hikayelerini kaleme aldım, Şeyh Şamil’in soyundan gelen annemin babasını, Dağıstan’lı dedemi yazdım:
“Asar Şamil ve Rus Terzi”
Aşk olmalı dedim. Hayatımızda
aşksız yaşam olabilir mi diye düşündüm. Romanlarımda aşkları işledim. Her türlü aşkın yanında bir de müzikal yazdım…
Mevlana ve Şems’i yazdım.
Onların Allah’a olan aşklarını yazdım.
Bir çok da aşk kitabı yazdım.
Aşkın ağır olduğu senaryolar yazdım…
Ama özellikle tarih dedim, tarihle harmanlamalıyım anlatılarımı diye düşündüm öyle de yaptım:
“Havada Kekik Kokusu Vardı,”
“Şarkın modern Gelini,”
“Ali Suavi Efendi…”
Efsaneleri çok yazdım. Yazı yazdığım tüm gazetelere, dergilere efsaneler yazdım…
Turizmciyim, otel seri kitapları yazmazsam olmazdı. Öylede yaptım.
“Otel I Uzun Bir Gece”
“Otel II Kapadokya – Beyaz Atlar Ülkesi”
Devamı yazıldı ha bu gün ha yarın yayınlanacak.
Sonsarında Candostum, kan kardeşim Belkıs Akkale’nin hayatını yazdım.
“Belkıs – Yağmur Şimdi Yağacak.”
Ardındanda yıla damga vuran kitabım.
“Esir Türk Kızları – Osmanlı Perisi…”
Şimdi de bir yayınevinde basılmak üzere beklemekte olan kitabım:
“Topkapı Şifresi ve Şermin – Can Parçaları”nı yazdım…
Şimdi sıra sizle benim aramda…
Hani denilir ya gönül telime dokundu, isterseniz öyle yaparız.
Gönül telinden söz ederiz, türkülerden onların hikayalerinden bahsederiz…
Yazacak o kadarlar çok ki, tek dileğim okumanız.
Sık görüşmeyi umuyorum.
Sevgiyle kalın…
Nazan Şara Şatana
Değerli Yazarımız Nazan Şara Şatana’yı gazetemiz yazarı olarak görmekten şeref duyarız. Hoşgeldiniz hocam
Gazeteniz için büyük önemli bir yazar ağırlıyorsunuz . Hemde en muhteşemini. Yazılarıyla yolculuğa çıkarsınız. Masallarda dizilerde hikayelerde gerçeklerde kısacası heryere götürür kalemiyle…
Bir çok Avrupa ve Amerika gazetesinden sonra Nazan Hanım ın yazılarını burda da okuyacağımız için çok şanslıyız. Sevgiler…
Ödüllü yazar Nazan Şara Şatana anlatımlarında akıcı ve kalıcı bi yazım kullandığı için her zaman okurların beğenisini kazanmıştır. Hoşgeldiniz…
Yazarı ‘Havada Kekik Kokusu Vardı ve Esir Türk Kızları romanından biliyorum, aynı zamanda bir çok televizyon programlarına konuk olmuşluğu da vardır, dilerim okuyucular beğenerek okurlar.
Hollywood aktristleri gibi yazar, yazılarını merakla bekliyoruz…