Türk-Rus ilişkilerinin düzeltilmesi çabaları ve NATO: İki kanadın hikayesi ve jeopolitik

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

(AA) – NATO-Rusya rekabeti, 21. yüzyılda, Soğuk Savaş döneminden kalan ideolojik bir çekişme değil, jeopolitik bir mücadele niteliğindedir.

Bir yandan, Varşova Zirvesi sonuç bildirgesinde açıklandığı üzere, NATO’nun Rusya kaynaklı tehdit algılaması temel olarak, Kırım-Ukrayna başta olmak üzere, egemen sınırların kuvvet kullanılarak ihlal edilmesinden, NATO sınırlarının yanı başında icra edilen ve baskın niteliği taşıyan tatbikatlardan; bunlara ek olarak, Moskova’nın agresif nükleer ve askeri retoriğinden kaynaklanmaktadır. İttifakın bahse konu tehdit algılaması, Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü hibrid –ya da doğrusal olmayan–  harp konseptleri ile daha ciddi bir boyut kazanmıştır. Cevaben NATO, endişelerini 2014 Galler Zirvesi’nde açıkça vurgulamış ve Soğuk Savaş sonrası kolektif savunma çerçevesinde en önemli adım olarak kabul edilen Teyakkuz Eylem Planı’nı (Readiness Action Plan) uygulamaya koymuştur.

Diğer yandan, Rusya Federasyonu Askeri Doktrini (2014), NATO’yu ve özellikle NATO’nun genişlemesini bir numaralı “dış askeri tehdit” olarak tanımlamaktadır. Aslına bakılırsa, Moskova’nın tehdit algılaması kendi ‘Yakın Çevre’ konsepti ile doğrudan ilintilidir. Günümüz Rus stratejik düşüncesi, Baltık bölgesinden Güney Kafkasya’ya kadar uzanmakta olan çevre bölgelere –daha doğru bir anlatımla Yakın Çevre’ye– ayrıcalıklı çıkar alanı veya etki alanı kimliğinde yüksek bir jeopolitik önem atfetmektedir. Bu bağlamda, bazı uzmanlar Rusya’nın bahse konu alandaki son askeri müdahalelerini yukarıda anlatılan jeopolitik konsept ile bağlantılı görmekte ve hatta Moskova’nın Batı’ya yeni bir Yalta Konferansı statükosu empoze etmeye çalıştığını öne sürmektedir.

Türkiye’nin NATO için kritik önemini anlamak

Yukarıda özetlenmiş olan analiz çerçevesi bir referans noktası olarak alınmaz ise, Türkiye’ye ilişkin uluslararası değerlendirmeler büyük ölçüde gerçekçilikten uzak ve siyasi tesir altında yapılmış olacaktır. Oysa jeopolitik disiplini, temel olarak reelpolitik parametrelere ve kuvvet dengesine dayanmaktadır. Türkiye’nin günümüz uluslararası meselelerindeki rolünün, böyle bir jeopolitik çerçeve ile değerlendirilmesi analitik olarak daha isabetli sonuçlar verebilecektir.

Jeostratejist Nicholas Spykman çalışmalarında kritik bir noktanın altını şöyle çizmektedir: “Eğer Eski Dünya’nın üç ana kara parçası sadece birkaç devletin kontrolü altına girer ve üstün kuvvetlerle okyanusun diğer tarafını baskı altına alacak şekilde organize olabilirse, Amerika siyasal ve stratejik olarak çevrelenmiş olacaktır”. Dikkat çekici biçimde, ABD Müşterek Harekât Ortamı-2035 Raporu (US Joint Operating Environment-2035 Report) Spykman’ın yukarıda aktarılan değerlendirmesini aynen alıntılamış ve gelecek on yıllardaki çatışma ortamının temel kontekstleri arasında “antagonistik jeopolitik dengeleme çabaları” ile “parçalanmış ve tanzim edilmiş bölgeler” hususlarını göstermiştir.

Belirtilen nedenlerle, “Eski Dünya’nın üç ana kara parçasında” bulunan pivot devletler yüksek bir önem taşımaktadır ve yerlerinin doldurulması oldukça güçtür. Buna örnek olarak Uzak Doğu’da Japonya ve Güney Kore ile Avrupa’da Britanya sayılabilir ve aynı perspektiften bakıldığında Türkiye de sözü edilen kategoridedir.

Varşova Zirvesi’nin sonuçları, NATO ve Rusya arasında yaşanması muhtemel ihtilaf alanlarının coğrafi olarak Baltık, Doğu Akdeniz ve Karadeniz olmak üzere üç ana eksende yer alabileceğini ortaya koymaktadır. Bahse konu üç coğrafi eksenin ikisinde –Doğu Akdeniz ve Karadeniz– Türkiye kilit bir aktördür, özel milli çıkarlara sahiptir ve önemli seviyede güç projeksiyonu kapasitesi bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye, NATO’nun yeni savunma ve güvenlik konseptleri bakımından da İttifak açısından büyük ehemmiyet taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye, Çok Yüksek Hazırlıklı Müşterek Görev Kuvveti’nin (VJTF) –NATO’nun hibrid harp tehditlerine karşı öncü unsuru– liderliğini üstlenecek olan ülkelerden biridir (framework nation), İttifak’ın füze savunma mimarisinde önemli bir rol oynamaktadır ve önümüzdeki dönemde Orta Doğu’dan kaynaklanması oldukça muhtemel olan kimyasal ve biyolojik harp tehditleri ile mücadele kapsamında yükselen bir öneme sahiptir. Yine Türkiye, NATO’nun radikalizm tehditleriyle mücadelesinde işbirliğine dayalı güvenlik ve yumuşak güç unsurları olan Akdeniz Diyaloğu (Mediterranean Dialogue) ve İstanbul İşbirliği Girişimi (Istanbul Cooperation Initiative) ile İttifak arasındaki kritik bağlantıyı sağlayabilecek bir potansiyele sahiptir.

Türkiye-Rusya ilişkilerinde iyileşme ve NATO bağlamı: İki kanat arasında

Türk-Rus ilişkilerindeki düzelme NATO için bir dezavantaj olmadığı gibi, Türkiye’nin muhakkak İttifak’tan uzaklaşacağına da işaret etmemektedir. Tersine, NATO ve Rusya arasında, İttifak’ın güney kanadında DAEŞ ve yabancı savaşçılar sorunları ile mücadelede –ki yabancı savaşçılar sorunu Rusya için de ciddi bir tehdittir– daha etkin bir işbirliği geliştirilmesinin zeminini oluşturabilir. Bu arada Moskova, İttifak’ın doğu kanadında, özellikle Baltık bölgesinde, bir rakip olmayı sürdürecektir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Elizabeth Trudeau’nun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rus mevkidaşı Başkan Putin ile görüşmesi bağlamında Türk-Rus ilişkilerinin düzelmesi adımlarını yorumlarken DAEŞ ile Suriye’de mücadele ortak hedefini vurgulaması dikkat çekicidir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın St. Petersburg’a gerçekleştirdiği üst düzey ziyaret NATO-Rusya ilişkilerinde, İttifak’ın güney kanadında radikal terörizm tehditleri ile mücadelede işbirliği ve doğu kanadında rekabet olarak betimlenebilecek bir bölümlendirmenin emarelerini de ortaya koymuş olabilir.

Basında yer alan haberlere göre, iki lider St. Petersburg’da ayrıca savunma işbirliği konularına da değinmişlerdir. Şurası iyi anlaşılmalıdır ki, Türkiye’nin Batı ile geleneksel savunma bağlarına bir alternatif araması pek muhtemel değildir. Öte yandan, kritik bir konu masaya dönmüş görünmektedir: Türkiye’nin uzun zamandır karşılanmayan savunma öncelikleri bulunmaktadır. Bu çerçevede ilk olarak, teknoloji transferi hususlarının Ankara’nın savunma alımları politikasında yüksek öncelik taşıdığı belirtilmelidir. Ayrıca, Türkiye’nin hemen yanı başındaki Orta Doğu’dan kaynaklanan balistik füze ve kitle imha harp başlıkları tehditlerinden ötürü, Ankara uzun süredir NATO’dan stratejik savunma silah sistemleri (örneğin Patriotlar) talebinde bulunmak durumunda kalmıştır. Yukarıda aktarılan her iki konuda da Türkiye çeşitli hayal kırıklıkları ile karşılaşmıştır.

Bu noktada, NATO’nun henüz deneme aşamasında olan yeni savunma alım modeli bir umut oluşturabilir. Bu makalenin kaleme alındığı sırada, ABD Dışişleri Bakanlığı, NATO’nun ana-alıcı olacağı ve ittifaka üye devletler için savunma alımlarında maliyet etkinliği sağlanabilmesi amacıyla ortak platform oluşturacağı bir modeli henüz onaylamıştır. Hâlihazırda, yüksek teknoloji ürünü gelişmiş silah sistemlerinin –Belçika, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Yunanistan, Hollanda, Norveç, Portekiz ve İspanya’ya dağıtımının yapılması amacıyla– NATO Destek ve Tedarik Ajansı’na satışını içeren 231 milyon dolarlık anlaşma Kongre onayını beklemektedir. Elbette, söz konusu yeni ABD-NATO savunma tedarik modelinin gelecekte ortak-üretim seçeneklerini içerip içermeyeceğini bekleyip görmek gerekmektedir. Öte yandan, NATO’nun Akıllı Savunma Girişimi’ne ilişkin (Smart Defense Initiative), özellikle 2012 yılında düzenlenen Chicago Zirve kararları kapsamında, önemli gelişmeler yaşanması, bahse konu savunma alım modelinin Türkiye’nin kaygılarına yanıt vermesini mümkün kılabilecektir.

Türkiye’nin stratejik ajandası

Her şeyden önce, Türkiye’nin dış ve savunma siyasetinin yalnızca konjonktürdeki dalgalanmalara bağlı olarak şekillenmediğinin anlaşılması zaruridir. Daha açık bir anlatımla, Ankara birçok kritik konuda kendi jeostratejik perspektifini takip etmektedir. Örneğin, Türkiye Rusya ile nükleer enerji projelerine devam edecektir ve bu durum dış politik yönelimlerinde bir sapma olmasından değil, uzun bir dönemdir izlenen enerji portföyünün çeşitlendirilmesi politikasının stratejik önceliğinden kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, Türk Akımı gibi üst düzey enerji projeleri de hayata geçirilebilir ve bahse konu girişimler temel itibariyle Türkiye’nin bir geçiş merkezi (hub) olma amacını yansıtacaktır. Öte yandan Türkiye, Moskova tarafından olumlu bakılmayan, Baltık Hava Devriyesi ’ne katılmak ve VJTF gibi NATO misyonlarına yönelik taahhütlerine sadık kalacaktır. Bununla birlikte, aynı Türk yönetiminin NATO’nun Karadeniz politikalarına ilişkin Montrö hassasiyetlerini de koruması beklenmektedir.

Dikkate değer biçimde NATO, Rusya ile Afganistan konusunda işbirliği yapmıştır. Ayrıca İttifak, bu yılın 13 Ağustos tarihinde Rusya-NATO Konseyi görüşmesini de gerçekleştirmiştir –bahse konu konsey 2014 yılından itibaren Ukrayna krizinden ötürü askıya alınmış durumda idi. Dolayısıyla, NATO perspektifinden değerlendirildiğinde, doğu ve güney kanatları arasında bölümlendirilmiş bir yaklaşım kapsamında, Türk-Rus ilişkilerindeki düzelme, Suriye’de DAEŞ ile mücadele ve Su-24 krizinde gözlemlendiği üzere, askeri tırmanma riskinin sınırlandırılması için olumlu sonuçları da beraberinde getirebilecektir.

Savunma Analisti Dr. Can Kasapoğlu çalışmalarına Ekonomi ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi’nde (EDAM) devam etmektedir.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.