Belçika hiç şüphe yok ki Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti ile uzun soluklu diplomatik ilişkiler kurmuş nadir devletlerden biri. Paris, Viyana, Londra veya Berlin’le mukayese edildiğinde, yoğunluk noktasında gerilerde kalıyor olsa da, yabana atmamız mümkün değil. Bu ilişkinin diplomatik boyutları kadar dil boyutu da büyük önem arz ediyor. Üste ifade ettiğim başkentlerde 19. asırda dil okulları kuruldu ve Doğu mercek altına alınmaya başlandı. Bu ülkelerde Türkçe (Osmanlıca-modern Türkçe), Arapça ve Farsça öğrenimi her zaman teşvik edildi. Sosyal bilimlerin doğuşuyla farklı saha çalışmalarının vazgeçilmezleri arasında yer aldı.
Belçika’da da Türkçe bazı özel dil okullarında veya Üniversitelerde seçmeli ders olarak tercih edilebiliyor. Örneğin ULB’de, bir dönem, Robert Anciaux’nun dersleri meşhurdu. Şimdilerde de, üniversite içinde veya dışında bir şekilde Türkçeyi öğrenmek isteyenler dil kurslarına gidebiliyorlar. Yakından tanıdığım bazı arkadaşlarım bu kurslara gitmek suretiyle ileri derecede Türkçe öğrendiler.
Tabii bu yazı modern Türkçe kurslarından ziyade eski Türkçe (Osmanlıca) öğrenimini anlatmayı hedefliyor. Bu noktada üste zikrettiğim başkentlerle mukayese edildiğinde, Osmanlıca öğrenimi noktasında, Belçika’nın sonlarda yer aldığını söylemek gerekiyor. Aslında şarkiyatçılık bölümlerinde yer alması gereken Osmanlıca yok. Modern Türkçe var. Takdir edersiniz ki Osmanlıca olmadan Osmanlı araştırmaları yapmak zordur. Veya var olan tercümeler üzerinden çalışması gerekir ki o da bir araştırmacı için iyi bir durum olduğunu söyleyemeyiz.
Siyasal Bilimlerde okurken bir gün toplu taşıma araçlarında gördüğüm bir ilan üzerine Osmanlıca dersi veren bir okulun olduğunu keşfettim. Oraya gittim ve kaydımı yaptıktan sonra derslere başladım. Sınıfta beş öğrenci idik. Benim dışımda bir İspanyol ve üç Belçikalı vardı. İspanyol olanı Paco, Avrupa Birliği’nde mütercim-tercüman olarak çalışıyordu. İsteğiyle Türkçe öğrenmeye karar verdi. Bir yanda modern Türkçe kurslarını takip ederken diğer yanda Osmanlıca dersleriyle dilin esprisini kavramaya çalışıyordu. Gaetan, arkeoloji bölümü mezunu bir delikanlı idi. Orta Asya dillerine merakı vardı. Türkçe derslerinin yanı sıra Osmanlıca derslerine geliyordu. Daha sonra Farsça’yı da öğrenecekti. Katılanların içinde en ileri yaşta olanı Georges idi. Emekli. Hayat hikayesi roman olabilecek zenginlikteydi. Ve son öğrenci, antikacılık yapan, Arap diline vakıf azimli bir bayan idi.
Aldığım çeşitli dil öğrenimleri içinde beni etkileyen çok az öğretmen ve öğrenci grubu oldu. Ama bu grup çok farklı idi. Bu insanlarla aynı noktada buluşmamız, Osmanlıca öğrenmek, ayrı bir güzellik olarak hafızma kazındı. İlk okuduğumuz metinlerin içinde Pierre Loti’ye ilişkin “Yeni Adana” gazetesinde yayımlanan bir yazı, ardından ağustos böceğinin hikayesi, Osmanlı nufus belgesi… ve son olarak 1700’lerin başında Akdeniz ve Karadeniz’de yapılmak istenen reformlar konusunda Sultana sunulan bir rapor vardı. İlk metinler baskı olduğu için okunması güç değildi. Ama el yazısı olanlar tatlı bir işkence idi.
Ya hocamız… Monsieur Daniel… Osmanlı döneminde olsaydık büyük bir olasılıkla “yüksek liyakat nişanı” veya “Paşa” unvanı alırdı. Osmanlı dili konusunda ki hassasiyetine hep hayran olmuşumdur. “Okuyamadığınız noktalarda, yazarı suçlamak ve hata yapmış olabilir mi sorusunu sormak yerine, hatayı öncelikle kendinizde aramalısınız” derdi. Asıl sahası sosyoloji iken, dil hayatının önemli bir alanını kapsadı.
Osmanlıca kursundan sonra ben İtalyanca’ya devam ettim. Kursu tanıtmak için çeşitli yollara başvuruldu. Ancak nafile… Daniel’le yaptığım bir telefon görüşmesinden sonra Osmanlıca kursunun kayıtsızlık sebebiyle kapandığını öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Ve kurs bir daha kapılarını açmadı. Daniel’le bir şekilde iletişimde kaldım. Geçenlerde tekrar bir araya geldik. Botanique’in köşesinde beklerken, uzaktan belirdi. Elinde bir tomar kağıt… “Küçük Anadolu” mahallesinde bir pastahanede oturduk. Çaylarımızı yudumlarken, basılmak üzere üzerinde çalıştığı son Osmanlıca metnini gösterdi. Bir gezginin (seyyahın), 19. asrın başında yaptığı Orta Afrika seyahati notları bunlar. Yazı Osmanlıca’dan modern Türkçe’ye ardından da Fransızcaya tercüme edilecek. Uzun uzun metne baktık ardından farklı konulara daldık.
Daniel’le ayrıldıktan sonra “Küçük Anadolu” mahallesinden metro durağına doğru yürürken, Osmanlıca’nın durumunu düşündüm. Belçika’da yaşanan bu durum aklıma Türkiye’de ki ilgisizliği getirdi. Türk mahallesinde yürürken, bir devrin Belçika’da da kapandığı ve Daniel’in bu “ölü dilin” -hakkını veren- son temsilcisi olduğuna inandım.