Sıla Yolu Hikayeleri: “İptal pasaport yüzünden Yugoslav gümrüğünde 2 gün”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Sevgili Yenivatan takipçileri, bildiğiniz üzere, 2012 yılından bu yana hizmet veren haber portalimizde gündeme dair her türlü yazılara değindik ve değinmeye de devam ediyoruz. Ancak uzun süredir aklıma olan “Sıla Yolu Hikayeler” adı altında yayınlamak istediğim yazı dizisini nihayet başlatmaya karar verdim ve Bismillah diyerek bugün itibariyle başlatmış bulunuyorum.

Avrupa’ya iş umuduyla göç eden ilk kuşağın başlattığı ve günümüz Avrupalı Türk’üne miras olarak bıraktığı Sıla Yolu, özellikle yaz mevsiminde Avrupalı Türk’ün en çok önem verdiği konu olabiliyor. Zira yıllık izinleri için Türkiye’ye giden de gitmeyen de Sıla Yolu hakkında birçok konuyla meşgul oluyor. Hatta memleketlerine uçakla gidenler de dahil. Konuşulan konular arasında ise Almanya otoyolunun inşaatından, Bulgar gümrükleri çilesine kadar çok sayıda konu her sene tekrar tekrar gündeme gelirken, Sıla Yolu ile ilgili yapılan konuşmalarda ise geçmişte yaşanmış acı ve tatlı dolu hikayeler de ele alınabiliyor. Bu tür hikayeler o yolun çilesini her türlü yaşamış insanlara o kadar tatlı geliyor ki, anlatanın anlattıkça anlatası, dinleyenlerin ise dinledikçe dinleyesi geliyor.

Sıla Yolu’yla çok ufak yaşlardan tanışmış birisi olarak, bugüne kadar o yollarda yaşanmış o kadar çok hikaye duydum ki, duyduklarım bir yana bir de yaşadıklarım var. Bu yazımda böylelikle ailecek yaşadığımız bir olayı sizlere aktaracağım. Bu olayın benzeri muhtemelen birçok kişinin başından geçmiştir.

1989 yılının Temmuz başı. O yıllarda genellikle Temmuz ayının başlarında, 5’i ya da 7’i gibi yola çıkardık. Günlerden Cuma. Normal şartlarda 4 araba Cumartesi çıkacaktık ancak Volkswagen T2 model aracımız Cuma gününden yüklenmiş ve hazır vaziyetteydi. O yıllarda Volkswagen T2 ile Ford Transit Mark 2’lerin o yollardaki son demleriydi. O yıllarda babamın Volswagen T3 alma gibi bir hayali vardı ancak bu hayali hiçbir zaman gerçekleşmemişti.

Konumuza tekrar dönecek olursak, cümartesi yola çıkılacak düşüncesinin hakim olduğu bir günde, babamın işten eve girişi fırtına gibi olmuştu. Eve girer girmez, söylediği söz “Hadi hazırlanın yola çıkıyoruz” oldu. Annem şaşkın bakışlarla babama bakarken, babamın “Hazırlanın” dedim diyerek tepki göstermesi bir nevi yaşanacak olayın habercisi gibiydi.

Babamın duş alıp yemek yemesi ışık hızıyla gerçekleşirken, annemin yolda yiyeceğimiz yemeği hazırlayıp arabaya taşıması da bir o kadar hızlı oldu. Arabaya biner binmez, babamla annem arasında yaşanan diyaloğu hiç unutamam:
– “Pasaport çantasını aldın mı?”
– “Aldım”
– “Pasaportları kontrol ettin mi?”
– “Evet, ettim”
– “Tamam o zaman”

Evin önünden ayrıldık, arkamızdan bir tas su döküldü ve diğer arabalarla bir yerde buluşup yola çıktık. Araçlardan ikisi normal araç, diğer ikisi ise kamyonet. Sanırım hiçbirinde o yolculukta bagaj yoktu. Yavaş yavaş bagajların sona erdiği bir dönemdi. Velhasıl konvoyda iki kamyonetin olması nedeniyle hızımız o kadar yüksek değildi.

Akşam saat 19 gibi çıktığımız yolculukta, Almanya gümrüğüne vardığımızda, ki o dönem Belçika ile Almanya arasında gümrük vardı, polis memuru “geç” işareti yaparak pasaport kontrolü yapmadı. Avusturya gümrüğüne varıldığında, orada da gümrük polisi aynı şekilde “geç” işareti yaptı ve pasaport kontrolü olmadı.

Derken, Yugoslavya gümrüğüne vardık. Yanılmıyorsam, o gümrüğe ulaşmak için Villach üzeri gidiliyordu. Şimdi o söz konusu gümrük Slovenya topraklarında bulunmakla beraber artık günümüzde kullanılmıyor. Normal şartlarda o yoldan yerli halkın dışında pek geçen yok. 2013 yılında, Slovenya otoyolunun tıkalı olması nedeniyle eski yoldan geçmiş, harebeye dönmüş eski gümrüğü, daha doğrusu gümrükten kalanları görmüştük.

Yugoslavya gümrüğünde, sıra beklerken, babam annemden sakin bir şekilde pasaportları ister ve annem pasaportları gayet sakin bir şekilde uzatır. Babam pasaportları eline alır almaz önce “Beni yaktııııııııııııııııın” diye bağırır ve sonra arabanın içi buz kesilir. Annem “Ne oldu?” diye soru sormaktadır ama nafile. Babam şoför koltuğunda adeta “çarpışma testi mankenine” dönmüş, sorulan sorulara cevap veremiyor hale gelmişti. Neden mi? Çünkü birkaç ay önce çıkarttığı yeni pasaport Brüksel’de bir ceketin cebinde kalmış, ilk sayfasında “iptal” kaşesi bulunan pasaport çantada yer alıyordu.

Annemin ağlaması sonrası kendine gelen babam, “Bu komünistler beni kesin hapse atarlar” gibi triplere girdikten sonra “Hadi herkes bildiği duaları okusun” dedi ve hepimiz bildiğimiz sureleri vs okuduk. Sıra bize geldi, babam camı indirir indirmez, gümrük memurunun yüzüne üfledi. O andan itibaren arabada sanırım kimse soluk bile almıyordu. Polis memuru önce babamın pasaporta baktı ve onu bir kenara bıraktı. Sonra araçta bulunan diğer herkesin pasaportuna kaşeyi vurdu. Babamın pasaportu tekrar eline alan memur, pasaporta baktı, babama baktı, pasaporta baktı, babama baktı, pasaporta baktı, babama baktı derken, sonunda kaşeyi vurdu ve “geç” işareti yaptı. O andan itibaren hepimiz tekrar soluk alıp vermeye başlamıştık sanırım. Yugoslavya’ya girdik diye sevindik sevinmesine ancak sevincimiz uzun sürmeyecekti. Zira diğer gümrüklerden geçmek de artık büyük risk taşıyordu. O yüzden orada kalmaya ve birinin pasaportu getirmesini uygun görmüştük. Oysa o gümrük sırasına girdikten sonra o sıradan gayet çıkabilirdik fakat neden çıkmadık hep merak etmişimdir.

Parçalanmaya ve iç savaşlara gebe olan Yugoslavya topraklarındaydık artık. Gümrükte telefon bile yoktu. Annemle arabasıyla bize yolculuk boyunca eşlik eden dayımın oğlu Nurettin Eryörük, Avusturya sınırına geçip, gümrükte buldukları telefonla Belçika’da kalan abimi arayıp durumu bildirmişler.

O andan itibaren, evde kalan pasaportu cekecit cebinden alan abim, pasaportu bizim enişteye veriyor. Bizim enişte ise bir arkadaşından aldığı motosiklet ile kahvehane kahvehane gezip “Türkiye giden yok mu” diye birini arar. Kahvehanenin birinde bir adam bizim enişteye “Bolulu altı parmak Mustafa sabah yola çıkacaktı” der. Bizim enişte soluğu doğru Mustafa abinin kapısında alır, zile basar ve pişamasıyla pencereye çıkan Mustafa abi; “Hayırdır Kazım” der. Bizim enişte durumu anlatınca, sabah yola çıkacak olan Mustafa abi, eve doğru döner ver ev ahalısıne “Hadi hazırlanın yola çıkıyoruz” diyerek yola çıkarlar. Durum anneme bildirilir ve annemle dayımın oğlu tekrar döndüğünde, babam dayıoğluna ve diğerlerine gitmelerini ve bizi boşuna beklememelerini söyleyerek onlarla vedalaşmıştık. Vedalaşıp gümrükte yalnız başımıza kaldıktan sonra saatin geç olması sebebiyle hepimiz o gece yattık.

Derken Yugoslavya’da sabah olur ve gözümüzü gümrük kapısına dikerek beklemeye başladık. Zaten gümrük gibi büyük kalabalığın geçtiği yerde rahat uyku uyumak ne mümkün? Öğlene doğru hava aşırı derecede ısınmıştı. Arabada duramadığımız gibi gidip oturacak bir yer de yoktu. arabanın önünde çaresiz çaresiz oturuyorduk ve Mustafa abinin gelmesini bekliyorduk. Beklerken, çok sayıda mağdur olan gurbetçiyle karşılaştık. Çocuğu diğer arabada kalmış ama birbirini kaybedenler. Aracı bozulanlar. Kaza yapıp, aracı gümrüğe çektirenler gibi birçok gurbetçi gördük. Ama en çok üzüldüğüm bir aile vardı ki, onları hiç unutamam. Eşi ve kızıyla yolculuk yapan Belçika plakalı bir araç yanımıza durmuştu. 45 ile 50 yaşlar arasında olan ve yanında idrar torbası taşıyan adam yorgun ve bitkin bir haldeydi. Oraya kadar gelmiş ancak “Ben hastayım, gidemem” falan diyordu. Bu arada tabi kızı ve eşi çaresizce ağlıyordu. Babam adama dinlenmesini tavsiye ederek onları teselli etmeye çalışıyordu. Adam bir süre dinlendikten sonra tekrar yola çıkmıştı ancak babam “Zor giderler, Allah yardımcıları olsun” demişti arkalarından. Ara ara da “Ne yaptılar acaba?” diye sorardı kendi kendine. Kısacası kendi derdini unutmuş onların derdine düşmüştü babam.

Çaresizce süren bekleyiş esnasında Yugoslav memurlar önümüzden gelip geçerken, annemin “Bu Yugoslavlar aynı domuza benziyor” demesiyle hepimiz derdimizi unutup gülme krizine girmiştik.

Bir ara annem ve ben yol kenarına oturup Belçika plakalı Beyaz Mercedes kamyoneti beklemeye başladık. Birkaç tane Belçika plakalı beyaz Mercedes’i görünce heyecanla ayağa kalksak da beklediğimiz gibi Mustafa abi değildi. Beklemekten artık paranoya görmeye başladığım ve havanın karanlık olduğu bir anda ise Mustafa abi bize selektör yapıyormuş fakat biz artık onun geldiğine inanamıyorduk. Hızır gibi imdadımıza yetişmişti Mustafa abi. Daha selam vermeden babama pasaportu uzatıp, “Sen git, ben dinlenip yarın yola çıkarım” demişti fakat biz onlarla beraber o geceyi geçirip sabah beraber yola devam etmiştik.

Beraber giderken mola verdiğimiz bir yerde ise Mustafa abi, lakabı “Postacı” olan babama “Ya Postacı insan pasaportuna dikkat etmez mi?” gibilerinden tepki göstermişti.

Ve bu yolculuktan sonra diğer yolculuklar öncesi babamın en çok dikkat ettiği konu olmuştu pasaport konusu. Aylar öncesinden kontrol ediyordu artık.

Cafer Yıldırımer

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir