Sosyal Bilimler Fakültesi’nde son sınıf öğrenciyim. Eğitim dönemini tamamlayabilmek üzere başladığım tez çalışmaları kapsamında bir arkadaşımın tavsiyesi ile Üsküdar’ın eski bir konağında ömrünün son demini geçiren ve Beyefendi diye bilinen bir kişiyle tanışmaya karar verdim.
Beyefendi diye bilinen bu esrarengiz kişi, tez çalışmalarıma ne kadar katkı sağlayacağı bilinmez ama yine de gidip görüşmekte fayda olur diye düşündüm.
Bir sabah, evden alelacele yaptığım kahvaltıdan sonra tarif üzere Üsküdar’da Beyefendi’nin yaşadığı mahalleye ulaştım ve mahalle sakinlerinin yardımıyla, lüks binaların arasında sıkışıp kalmış ve tarihe meydan okuyan ahşap konağı buldum.
Zili dahi bulunmayan konağın uzun tahta kapısının üzerinde bulunan halkalı tokmağa, alışık olmadığım halde sebepsiz yere üç kez kapıya vurdum.
“Sanırım beni duyan olmadı” diye düşünerek, elimi tekrar halkalı tokmağa uzattığım anda, o büyük eski ve bakımsız tahta kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Kapıyı açan yaşlı bayan, bir yandan elinin ıslağını üzerindeki önlüğe siliyor, diğer yandan kısık ve titrek sesiyle “Buyrun efendim” diye sesleniyordu.
– “İsmim Ahmet, Beyefendi’yi ziyaret etmeye geldim.”
– “Beyefendi şu anda dinleniyor ve kimseyi kabul edecek durumda değil.”
– “Ama ben çok uzaklardan geldim. Öğrenciyim ve şu anda bir tez hazırlıyorum. Kendisini mutlaka görmem lazım.”
– “O halde biraz bekleyin. Kendisine bir sorayım.” diyerek kapıdan ayrıldı.
Yaklaşık beş dakika bekledikten sonra yaşlı bayan tekrar yanıma geldi, Beyefendi ile görüşebileceğimi ancak Beyefendi’nin sağlık durumu yüzünden görüşmenin çok uzun sürmemesi gerektiği konusunda uyarıda bulundu.
Beklentimin karşılığını alma mutluluğunu kısa süreli yaşadıktan sonra, kapıdan içeri girdim ve geniş ancak bakımsız kalmış evin merdivenlerinden birinci kata doğru yürüyoruz. Merdiven basamaklarını teker teker yavaş adımlarla çıkan yaşlı teyzeye seslenerek, “Siz Beyefendinin nesi oluyorsunuz.” diye sordum.
Basamakları yavaş adımlarla çıkan yaşlı teyze birdenbire durdu. Kafasını öne eğdi ve içini çekerek, “Ben bu evin 53 senelik hizmetçisiyim. 52 senemi yeni doldurdum ve işe başladığımda 16 yaşındaydım.” diye karşılık verdi ve tekrar basamakları yavaş adımlarla çıkmaya başladı.
O an evin emektar hizmetçisi olduğunu öğrendiğim teyzenin içini çekmesi aslında 52 yıl boyunca o evde yaşanmış bir dönemin habercisi gibiydi.
Birinci kata geldiğimizde, geniş kapılı bir odaya girdik ve hizmetçi teyze, orada biraz beklememi istedi. Kendisine nazik bir şekilde teşekkür ettim ve beklemeye koyuldum. Bir yandan Beyefendi’yi merak ederken, diğer yandan eski perdeli odayı incelemeye koyuldum. Yüksek ancak sıvası kavlamış tavanlı odanın içerisinde bulunan eşyalar o an beni 1950’li yıllara götürdü. Odanın orta yerinde Napolyon usulü çalışma masası, üzerinde Remington marka daktilo, hemen yanında Strombeek-Carslon marka çevirmeli telefon. Çalışma ofisinin hemen karşısında bulunan ve odanın bir başından diğer ucuna kadar uzanan kütüphane ise görülmeye değer. Pencerenin hemen yanı başında duran İngiliz yapımı meşhur Columbia marka gramofonu anlatmaya gerek bile yok. Üzerinde Münir Nurettin Selçuk’un plakı dönüyor. Hışırtılı seslerle, “Hatırla ma’ziyi mes’udu sen de ben gibi yan, Tulua bak beni yad et guruba bak beni an.” diyor. Adeta bu 1950’lerin ortamını anımsatan odada, gramofondan çıkan harikulade sesin güzelliği ile odanın duvarlarındaki siyah beyaz fotoğraflara göz atarken, birdenbire yan odanın kapısı büyük bir yankıyla açıldı.
Heyecanla döndüm ve Beyefendi’yi meraklı gözlerle bekledim. Bir de ne göreyim. O siyah beyaz fotoğraflarda yer alan uzun boylu, ince bıyıklı ve 50’li yılların monşer giyinimli Beyefendisi yürütme arabasında odadan içeri getirildi. Fotoğraflardaki Beyefendinin yerini, adeta kurumuş, çökmüş ve yürütme arabasına muhtaç bir Beyefendi almış.
Hizmetçi teyzenin yardımıyla odaya getirilen Beyefendi, o bitkin ve durgun bakışlarını bana doğru yönelterek, yüzünün bir kısmını oynatamadan “Hoşgeldin evladım” diye seslendi.
Heyecana kapılarak tam “Hoşbulduk” diyecektim ki, “Sen de mi bilgi arşivi için gelenlerdensin?” diye sordu. Ne şekilde cevap vereceğimi düşünürken, “Bakın, siz de bu mirasa sahip çıkma sözü verip, tutmayanlardan olacaksanız, bu işe hiç başkoymayın. Olur mu?” dedi.
“Efendim, ben…” demeye kalmadı, “Ancak siz diğerlerinden farklı görünüyorsunuz. Biraz yaklaşarak, kendinizi tanıtırsanız, minnettar olurum” diye seslendi, o sakin ve bitkin sesiyle.
– “Efendim, benim burada bulunma sebebim malum. Sosyal Bilimler Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiyim. Eğitim dönemini tamamlamak üzere bir tez çalışması yapıyorum. Bunun için bana sizi tavsiye ettiler ve beni size yönlerdirdiler.”
– “Bak evlat. Tez çalışması için buraya gelen ilk kişi sen değilsin. Ama senden öncekiler de buraya geldiler, buradaki bilgi arşivine sahip çıkmak üzere binbir söz verdiler ancak diplomayı alan bir daha ne halımı sordu ne de hatırımı. Şayet sen de onlar gibi yapacaksan, bir saniye bile bekleme.”
– “Bilgi arşivine sahip çıkmamı istiyorsunuz öyle mi? Bunun için ne yapmam lazım?”
– “Bunu yapmak istiyorsan, benim dediklerimi uygulaman yeter. İddia ediyorum, buradaki arşiv, hiçbir yerde yok. Milli Kütüphane’de bile yok.”
– “Tam olarak nedir bu bilgi arşivi?”
– “Sen bu konağa gelince ne farkettin?”
– “Eski ahşap bir ev olduğunu.”
– “Evet ama burası o hiçbir şeye benzemeyen yeni yapıların arasına sıkışmış ve tarihe meydan okuyan bir konaktır. Burada yaşananlar, diğer binalarda yaşanmadı. Burada bulunan bu bilgi arşivi diğer binalarda yok. Hatta iddia ediyorum ki, diğer bu lüks binaların büyük bölümünde basit bir kütüphane bile yoktur. Varsa da, gösterişli, içeriği boş olan kitaplardan oluşuyordur.”
– “Evet ama…”
– “Bak evlat. Bu gördüğün konak bana babamdan kaldı. Babama da kendi babasından kalmış. Ben doğduğumda henüz Cumhuriyet kurulmamıştı. O yüzden ben Osmanlı’yım. Belki de son Osmanlı. Dedem Ömer Faruk Paşa’dır. Osmalı’nın son sadrazamlarından. Cumhuriyet kurulduğu yıl, Osmanlı’nın yok olmasına duyduğu üzüntüden verem hastalığına yakalanarak öldüğü söylenir. Burada gördüğün kütüphane, dedemin dedesinden bu yana elde edilen kitaplardan ve not defterlerinden oluşuyor. Birçoğu eski yazıda yazılmış. Yani Osmanlıca’da. Ancak günümüzde Osmanlıca’yı okuyabilen kaç kişi var?”
– “Ben biliyorum…”
– “Evet ama bilmen yetmez. Osmanlıca arşive sahip çıkılması lazım. Bu bilgi arşivine, bu misara sahip çıkılması lazım.”
– “Şayet çıkılmazsa?”
Bu sorumdan sonra ansızın gözleri boşluğa doğru kayan Beyefendinin birden bire sağlam olan gözünden bir yaş akıp gidiverdi. Münir Nurettin Selçuk’un “Aziz İstanbul” isimli şarkısından “Görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer, Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul” sözleri cızırtılı bir şekilde gramofondan yükselirken, bir anda kendimi bir boşlukta gibi hissettim. Bir an ne yapacağımı bilemedim. Kendi kendime “Acaba bir hata mı ettim?” diye sordum. Ve kendine gelen Beyefendi:
– “Evlat, şayet benim dediklerimi yaparsan, bir yandan tezini hazırlamanda ve eğitimini tamamlamanda sana her türlü yardımı yapacağım, diğer yandan boşluğa doğru giden bu toplumu kurtarmanı sağlayacağım.”
– “Ben, yani ben mi? Ama Beyefendi, ben bunu nasıl yapacağım?”
– “Bu mirasa sahip çıkarak!”
– “Nasıl yani?”
– “Bak evlat. Bu gördüğün mirasta öyle bilgiler var ki, mesela teknolojinin esiri haline gelmiş, daha doğrusu materyalizmin esiri olmuş, kapitalizme yenik düşmüş bu toplumu kurtuluşa kavuşturacak reçeteler bile mevcut.”
Bilgi mirasının içeriğini kafamda canlandırmaya çalışırken, bitkin görüntüsünü bir kenara bırakıp, adeta dirilmiş bir vaziyette heyecanlı heyecanlı bana bilgi mirasından söz eden Beyefendi, beni isteği karşısında ikna etmişti.
Beyefendinin bu isteğini geri çevirmeyerek, bilgi mirasına sahip çıkacağıma dair söz verdikten sonra, Beyefendinin rahatladığını görmek aslında beni de, öncelikli olarak tez konusunda rahatlatmıştı.
Bu şekilde Beyefendi ile anlaşma sağladıktan sonra, başka bir gün buluşmak üzere randevulaştık ve üç ay boyunca aralıklarla buluşup, tez çalışması konusunda bütün bilgileri toparladık.
Fakat, tezimi içeri verip, jüri heyeti önünde tez savunmasını başarılı bir şekilde yaptıktan sonra tamamen farklı bir kişilik oldum. Bir yandan uzun süren bir eğitim dönemi boyunca depoladığım stresten kurtulmanın mutluluğunu yaşarken, diğer yandan iş ve eş bulmanın derdine düştüm.
Derken imkansıza yakın özgeçmişlerin istendiği iş dünyasında sancılı bir dönemden sonra büyük bir firmanın ofisinde işe başladım.
Aradan gel zaman, git zaman, evlilik falan derken, aylardan Temmuz ayı. Hava çok sıcak. Bozuk klimanın üfürdüğü sıcak hava odayı daha da yaşanmaz bir ortama dönüştürürken, bilgisayarda açtığım dosyaya sadece bakmakla yetiniyorum. Göz kapaklarımın yavaş yavaş ağırlaştığını hissettikten sonra bir fincan kahve almak üzere sekretaryaya kadar gittim. Kahvemi doldurdum, tam odadan çıkacaktım ki, ne duyayım? Radyodan yükselen o ses: “Hatırla ma’ziyi mes’udu sen de ben gibi yan, Tulua bak beni yad et guruba bak beni an.”
Münir Nurettin Selçuk’un “Hatırla Maziyi” parçası çalıyordu. Konaktaki eski gramofonda çalan plak. Elimdeki kahve fincanı yere düşer düşmez bin parçaya ayrıldı. Bir an kendi kendime “Eyvah” dedim. Aklıma Beyefendi geldi. Beyefendiden ziyade kendisine verdiğim söz. Bilgi mirasına sahip çıkma sözü.
Apar topar, izin bile istemeden ofisten fırlayıp arabaya atladım. İstikamet Üsküdar. Son sürat, etrafımda çalan kornalara aldırış etmeden yolumda gidiyorum. O eski konağın bulunduğu sokağa vardım. Heyecanla arabadan indim fakat o da ne? Gördüğüm manzara karşısında yaşadığım büyük şok sonrası ayaklarımın bağı birden çözülüverdi. Yere düşmemek için arabanın kapısına dayandım. Konağın yerine kazılan temele doğru bakarken, ne gözyaşlarıma ne de hıçkırıklarıma hakim olabiliyorum.
Sakinleştikten sonra eski konağın bulunduğu yerin karşısındaki mahalle bakkalına uğrayıp, yaşlı bakkala konağı ve Beyefendiyi soruyorum.
– “Beyefendi? Ha evet, Nazım Paşaoğlu Bey mi? Nazım Bey, geçen yıl bu aylarda vefat etti. Vefat ettikten sonra ahşap konak tinerciler tarafından ateşe verildi ve arsasını ihaleden satın alan firma, bir modern bina dikmek üzere temel çalışmalarına başladı. Her şey çok ani gelişti. Bu konak mahallemizin son örneğiydi ama maalesef artık o da gitti. Yapacak bir şey yok.” diye cevap verdi.
– “Peki ya içerisinde yer alan kütüphane?”
– “Vallahi duyduğum kadarıyla, konak içerisinde yer alan bütün eşyalarla yanarak kül olmuş. Kimi kimsesi olmayan Beyefendi vefat etmeden önce belediye yetkililerine bütün mirasını Ahmet diye birine devir ettiğini bildirmiş. Belediye yetkilileri bu yüzden konağın kapısına kilit vurup, mirascıyı bekledi fakat konak konut mafyasına yenik düştü. Zaten Beyefendi öldüğünde gözleri açıktı. Zavallı bu dünyadan gözleri açık bir şekilde göç etti.”
Cafer Yıldırımer