Günümüzde Claude Monet ve Vincent van Gogh’un eserlerini ‘sanat eseri’ olarak görüp, kabul etmemek tabiki gülünç ve mümkün değildir. Hiç bir sanat eleştirmeni de böyle bir şeye cesaret edemez. Bir asır öncesine gidelim. Bu iki sanatçı ve diğer empresyonist’lerin eserleri de dahil, değil ilgilenmek, yanından dahi geçilmezdi. O dönemin sanat eleştirmenleri ise bu çalışmaları ‘bitmemiş, yarım bırakılmış’ eserler olarak kabul ederler ve bu fikirlerini de herkes ile paylaşırlardı.
Peki bu arada neler oldu?
19 yüz yılda Paris sanat’ta altın çağını yaşıyor. Tüm gözler Paristeki sanat ve sanatçılarda. Paris’in en gözde galerisi La Salon o dönemin en iyi sanatçılarının eserlerini sıradan halka sergilemekle meşgul. La Salon, sanatçıların, kendi normlarına uyan eserlerini juri kontrolünde seçerek, oldukça disiplinli bir şekilde seçtiği için, sergilerde bulunan eserlerin hepsi aşagı yukarı bir birlerine benziyorlardı. La Salon’un bu disiplini ve uyguladığı normlar ise Fransanın aşırı disiplinli Akademilerinden kaynaklanıyordu. O dönemin ‘ iyi eser nasıl olmalıdır?’ normları bu Akademiler tarafından belirlendiği için, La Salon bu normlara bağlı olarak eser seçip, sergilemeyi tercih ediyordu. Bu Akademiler ise 17 yüz yıldan bu yana ‘ bize göre iyi eser’ disiplinlerini çizmişlerdi ve uyguluyorlardı. Onlara göre iyi eser eski Yunan veya Romalılar gibi yapılmalıydılar, veya tarihi , dini anlatımların, sembollerin ön planda olduğu temalar çalışılmalıydı. Bu Akademiler öncelikle sanat’ı ruh terbiyesi dersi olarak verdiler öğrencilerine ve öyle anlamaları için çaba sarf ettiler. Akademide sanat eğitimi gören kişinin, eserde duygu, düşünce, yaratımcılığı olmamalıydı, önemsizdi bunlar ve zaten bunlara izin de yoktu. Her şey görsellik, simetrik kompozisyonlarda verilebilmeliydi. Eserde işlenmiş her figür tam anlamıyla bitmiş, tamamlanmiş, anlaşılır olmalıydı. Yarım kalmış, hiç bir şey olmamalıydı. Her şey mükemmel bir şekilde yansıtılmalıydı, yani anlaşılmalıydı. Bakan kişi net bir şekilde görmeliydi verileni. Bu kurallarla işlenmemiş eserlerin Akademide ‘iyi eser olarak’ kabul görülmesi söz konusu olmazdı ve La Salon’da da işi sergilenmesinin mümkünatı yoktu. La Salon bu şekilde yıllarca devam etti. Akademilerden mezun olmuş, aklı başında, uslu sanatçıların arzuya uygun eserleri bol bol sergilendi. İşte o dönemlerde ki, 19 yüz yılın sonlarında, kendi kurallarını uygulayan, yaratıcılıga önem veren, duyguları, düşünceleri ön planda tutan bir grup çıktı ortaya. Bu bir grup sanatçı Claude Monet liderliğindeydiler. Claude Monet, eserlerini, gelişi güzel, kendine özel yapıyordu. Dini fügürleri tamamlamıyor, yarım bırakıyordu. Bir çok sanatçı da onun gibi resim yapıyorlardı. Bunlar: Pıerre Auguste Renoır, Edgar Degas, Paul Cézanne, Berthe Morisot, Camille Pissarro ve Alfred Sisley’diler. Bu ressamlar genellikle güncel hayattan temalar çalışmayı tercih ederlerdi. Bir grup piknik yapan insan, kalabalık bir istasyon meydanı, bu sanatçılar genelde dikkatlerini yaşayamdan (canlı) temalara veriyorlardı. Fırsat bulduklarında, alıp paletlerini, şövalelerini, şehrin ortasına gidip, güncel hayattan konular çalışabiliyorlardı. Bu onlara güneş ışınlarından oluşan gölge ve lekeleri da yakalamalarını sağlıyordu.
Onlar için Akademinin kuralları gereksizdi, o kadar gerçekçi ve detaycı olmaya gerek yoktu. Neden bi robje olduğu gibi verilemilmeliydi? Onca ince detay çalışma gereksizdi. İşte bu sanatçıları biz, günümüzde EMPRESYONİST olarak tanıyoruz. Bir anı vermek, ordaki, o anın duygusunu yansıtmak. Bunları verirken, tabiki renkler, ışık, teknik vs… gerçek anlamda sanattır. Bu sanatçıların önemsediği şey, o anı yakalamak ve o anda resme vermek istedikleri duyguları yakalamak ve o eseri orda tamamlamaktı. Monet bir gün şöyle bir şey demiş: ‘Keşke kör doğsaydım ve bir den görmeye başlasaydım, işte o an resim yapmaya başlasaydım.’ Sanatçı, bununla, eğer objeleri tanımıyor olsaydı şahaneler yaratabileceğini ima ediyor.
Gülünen eserler
Monet’in Nilüferleri, Renoir’in Dans Partileri ne kadar güzel olursa olsun, La Salon jürisi tarafından hiç bir zaman sergilenmeye değer görülmemiştir. Monet’in ve arkadaşlarının La Salon’a gönderilen eserleri sürekli red ediliyorlardı. Sanatçıları oldukça kızdıran La Salon’un bu tavrı, bu sanatçıları kendi sergilerini kendileri yapma kararını almalarına neden olmuştur. Sanatçıların bu tavrı birden La Salon’a rakip bir başka galerinin doğmasını sağlamış ve alternativ salon olan De Salon des Refusés (Red edilmişlerin galerisi) böyle doğmuştur. Red edilmişlerin galerisi Fransız Kralı III Napoleon tarafından ekonomik olarak desteklenir. Bu galeride, La Salon tarafından red edilmiş tüm sanatçılar eserlerini sergileyebileceklerdi. Böylece Red edilmişlerin galerisi resmi olarak 1874 kapılarını EMPRESYONİST sanatçıların sergisiyle açmış oldu. Tabi o dönemde bizim, EMPRESYONİST diye adlandırdığımız bu sanat türü henüz bu ismi taşımıyordu. İlk olarak bu isim (EMPRESYONİST) bir sanat eleştirmeninden dolayı oluşmuştur. O dönemde, ilk defa Red edilenler galerisinde yapılacak olan sergiyi aşağılamak için elinden geleni ardına koymayan bir eleştirmenin marifetiydi bu yakıştırma. Daha sonraları bir çok eleştirmen tarafından benzeri aşağılamalar yapılmıştır.
Monet’in Impression, Soleil Levant adlı eserinde kullanmış olduğu bir çok renk ve ince çizgilerden dolayı eleştirmen Louis Leroy dan ‘ bu eser hiç bir şeye benzememiş ‘ ifadesi almıştır. Leroy’a göre, Monet’in eseri bitmemiş ve anlaşılması çok zor bir durumdadır. Leroy, saldırgan bir dil kullanarak Le Charivari dergisine Monet ve ona benzer çalışmalar yapan tüm EMPRESYONİST sanatçıları kötüleyen bir köşe yazısı yazar. Leroy, bu stil ile dalga geçen tek kişi değildi, Red edilmişler galerisine gelen insanlar oraya eserlere bakıp gülmek ve eğlenmek için gelirlerdi. Onlara göre, onlar bitmemiş veya yeni başlanmış eserlere bakıyorlardı. O dönemde Akademilerin koymuş olduğu sanat değerlerini göz önünde tutarak modern yapıtları eleştiriyorlardı. Hiç kimse bu sanatçıların, sanatta yep yeni bir çağa imza attıklarının farkında değildi.
Devam edecek.
AMERİKALILAR AVRUPADAN,EMPRESYONİST SANATÇILARIN ESERLERİNİ ALMAYA BAŞLADILAR
Beklenmedik bir şekilde, empresyonist sanatçıların eserleri satış rekorları kırmaya başlamıştı. Eserler günümüzün para birimi olan euro ile milyonlarca euro’ya alıcı buluyorlardı. Fakat daha öncede belirttiğimiz gibi bu sanatçılar kısa zaman önce öylesine yoksullardıki, günlük geçinecek parayı dahi bulamazlar, çatı katlarında yaşayıp, eserlerini sokaklarda satmaya çalışırlardı. Prof. Van Eekelen’a bakacak olursak, bu sanatçılar en zor olanı başarmışlardı. Sanatta yeni bir çığır açtmış ve imkansız görünen ne varsa başarmışlardı. Artık çatı katlarına sıkışmış sanatçılar değillerdi.
Peki nasıl oldu da birden eserleri bu kadar ilgi odağı haline geldi?
Prof. Eeklen: Bu sanatçılara güvenen ve onlara inanan, onların eserlerini alıp satmaya çalışan bir çevre de mevcuttu. Örneğin, tüm o olumsuz, yıkıcı eleştirilere rağmen Fransız sanat ticareti yapan Paul Durand Ruel bu sanatçılara inananlardan ve destekleyenlerdendi. Empresyonistlerin eserlerini Amerikaya sergilemek üzere götürdüğünde, bu eserler Amerikalılar tarafından ilginç bulundu ve aynı zamanda çok beğenildi. O dönemin borsa’sından Amerikalıların çok zengin oldukları da gözden kaçmıyor ve Prof. Van Eeklen’a göre, eğer bir Amerikalı bir şeyi beğenmiş ise kesinlikle satın alırdı. İşte böylece empresyonistler populer oldular. Bu arada Amerikalılar bu sanatçıların eserlerini aldıklarına hiç bir zaman pişman olmadılar, çünkü günümüzde Van Gogh veya Monet gibi bir sanatçıya ait sanat eseri paha biçilemez durumda. Böylece 1900 lerden bu yana sanat daha soyutlanmaya başladı. Git gide halk bu tarz sanatı daha çok benimsedi ve onu anlamaya başladı. Artık bu tarz resimleri herkes evinde görmek istiyor.
Darısı bizim sanatçıların başına diyelim ve bu yazıya burdan son verelim, sevgilerimle.
Sevim Ünal