Rahmân ve Rahîm olan Yüce Allah’ın adıyla…
Hamd âlemlerin Rabbi ALLAH (c.c.) içindir. Salât ve Selâm Peygamber efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v)’in âli’nin ve Ashâbının üzerine olsun inşaallah. Âmin.
Hazret-i Allah Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyuruyor;
“Onlar Allah‘a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar.” (Al-i İmrân suresi, 114)
“Cesâret insanı zafere, Kararsızlık tehlikeye, Korkaklık ise ölüme götürür.”
Yavuz Sultan Selim Han
Muhterem Müslümanlar,
Sultan Bayezid Han oğlu Yavuz Sultan Selim Han Amasya’da doğmuş ve Tekirdağda vefât etmiştir. 8 yıllık saltanatını at sırtında, Memlük fitnesine son veren, Mısır’ı Kudüs’ü Feth eden, Kutsal emanetleri İstanbul’a getirtip 24 saat başında Kur’an-ı Kerim okunmasını emreden, Mekke ve Medine’nin hizmetkârı, Zalimlerin korkulu rüyası, Peygamber Sevdalısı, Geçilmesi ve aşılması imkansız olan Sînâ çölünü, 13 günde, Peygamber efendimiz’in (s.a.v) mübârek izini ve işaretlerini takip ederek ordusuyla birlikte kolayca geçen, Osmanlı’ya Din-i İslâmın Halifeliğini getiren Hâdim’ul-Harameyn’uş-Şerifeyn Yavuz Sultan Selim han hazretleri 22 Eylül 1520, Vefâtının 501. Sene-i devriyesi münâsebetiyle hayatı, kendisi, Kişiliği ve Din-i İslama hizmetleri hakkında bilgi verelim inşaallah. Yüce Allah Rahmet eylesin, Yüce Allah İslama ve Osmanlı Devletimize hizmetlerinden dolayı razı olsun inşaallah. Âmin.
Yavuz Sultan Selim Kimdir?
1. Selim, bilinen adıyla Yavuz Sultan Selim, 9. Osmanlı padişahı ve 88. İslam halifesidir. Aynı zamanda ilk Türk İslam halifesi ve Hâdim’ul-Harameyn’uş-Şerifeyn unvanına sahiptir.
KISACA YAVUZ SULTAN SELİM KİMDİR?
Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470’de doğdu. Babası Sultan İkinci Beyazıt, annesi Gülbahar Hatun’dur. Gülbahar Hatun, Dulkadiroğulları Beyliği’ndendir. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, Omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. İyi bir eğitim gördü.
Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim’i Trabzon Sancağına vali olarak tayin etti.
Şehzade Selim, Trabzon’da devlet işlerinin yanında, ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlâna Abdülhalim Efendi’nin derslerini takip ederdi. Trabzon’u çok güzel idare eden Şehzade Selim bu arada komşu devletlerle de ilgilendi.
Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis Seferinde Kars, Erzurum ve Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508). Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldular. 25 Nisan 1512 yılında tahta çıktı.
Çok güzel ata biner, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanırdı. Güreşmekte, ok atmada ve yay çekmede ustaydı. Savaştan hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Mütevazi bir kişiliği olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı.
Yavuz Sultan Selim, 22 Eylül 1520’de, “Aslan Pençesi” denilen bir çıban yüzünden henüz elli yaşında iken vefat etti.
Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanûnî Sultan Süleyman, Fatih Camii’nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi. Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim’i, sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.
Erkek çocukları: Kanuni Sultan Süleyman
Kız çocukları: Hatice Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan, Sah Sultan
YAVUZ SULTAN SELİM (1. SELİM) DÖNEMİ (1512 – 1520)
“623 senelik muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Sultan Selim’e ait olan kısmı, sadece sekiz seneciktir. O’nun bu kadar kısa bir zaman içinde elde ettiği muazzam muvaffakiyetleri havsalaya sığdırmak -adeta- imkansızdır.
Tarihi hadiselerin sır ve hikmetlerini araştıran “tarih felsefesi” ile uğraşanlar, Yavuz Sultan Selim Han’ın millî tarihimize bahşettiği maddî ve manevî başarıları îzahtan bugüne kadar aciz kalmışlardır.
GEÇİLEMEZ SANILAN ÇÖLÜ AŞAN SULTAN
2500 kilometrelik bir mesafeyi; dağ, bayır, çöl ve ormanlar aşarak kat etmiş ve zamanının en kuvvetli devletlerinden biri olan Safeviler’in muazzam ordusunu perîşan etmiştir. Mısır seferinde ise, o güne kadar geçilemez sanılan korkunç “Sîna Çölü”nü aşmasının maddî imkanlarla bir îzahı yoktur.
Hilafet Müessesesi, O’nunla yeniden izzet kazanmış ve müessir bir hale gelmiş, mukaddes emanetler layık oldukları kudsiyete O’nunla ulaşmıştır. Cihangir dedesi Sultân Fâtih, bu cengaver torununun madde ve manadaki üstünlüğünü çok evvelden keşfetmiş ve O’na “Yavuz” adını vermiştir
Tarih, emsalsiz bir cengaver hakan portresini altın sahifelerine O’nunla resmetmiştir.
O, -bütün hayatı boyunca- çaresizlik ve aczi kabullenmeyi? her çarenin Allah’a (c.c) dayanmak suretiyle bulunabileceğine inanarak çaresizlikleri çarelendirmiştir.
DOKUZUNCU OSMANLI PADİŞAHI
Yavuz Sultân Selîm Han, dokuzuncu Osmanlı padişahıdır. II. Bayezîd Han’ın oğludur. Daha şehzadeliğinde, kendisine devrin en seçkin alimleri tarafından dîn ve fen ilimleri ikmal ettirilmiştir. İdareciliğe Trabzon valiliği ile başlamış, devlet hayatının bu ilk safhasında bile müslümanlara hayranlık ve rahatlık, düşmanlara ise, müheykel endamı ve müthiş iradesi ile korku ve dehşet vermiştir. Daha o esnada Gürcüler üzerine üç sefer yapmış, fethettiği yerlerdeki bütün Gürcüler’in hidayetine vesile olmuştur.
Trabzon’un İran’a yakınlığı sebebiyle Şah İsmail’in ümmet hakkındaki menfur emellerini çok iyi biliyordu. Ona karşı köklü ve müessir tedbirler almanın mecburiyetini daha şehzadeliğinde kavramıştı. Fakat Şah İsmail’le mücadelenin -kendisi için- şehzadelik sıfat ve salahiyetleri ile mümkün olmayacağını düşünerek bir an önceOsmanlı tahtına geçmek ihtiyacını hissetmişti. Bu sebeple kardeşleri Şehzade Ahmed ve Şehzade Korkut’ubertaraf ederek 1512’de Osmanlı Sultânı oldu.
Yavuz, malum ve meşhur celadetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı. Devletin bekası için bertaraf etmeye mecbur kaldığı kardeşi Korkut‘un tabutunun altına girmiş ve:
“Ey kardeşim!
Ne sen böyle yapsa idin, ne de ben böyle yapmak mecburiyetinde kalsaydım!..” diyerek ağlamıştır.
Şehzade Korkut’un Piyale adındaki sadık adamına:
“Seni, büyük bir fazilet olan sadakatin sebebiyle, afvediyorum! Bu sadakatinin mükafatı olarak da seni istediğin makama tayin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.
O da teşekkür etti ve sadakatini katmerleyerek;
“Sultânım, bundan sonra benim vazîfem Şehzade Korkut’un türbedarı olmaktır!..” dedi.
Bu tablo, halktan Sultâna kadar bütün bir milletin ahlakî seviyesini göstermeye kafidir!
Yavuz, babasını, yılda iki milyon akçe tahsisatla Gümülcine‘ye büyük bir hürmet göstererek yolcu etti. O’nu faytona bindirdi. Kendisi de yanında yürüyerek II Bayezîd Han’ı uğurladı. Vefat edince de, naşını İstanbul‘a getirtip, Bayezîd Camisi‘nin önüne bir türbe yaptırarak oraya defnettirdi.
Yavuz Sultân Selîm Han, tahta geçer geçmez, sur’atle icraata başladı. O sıralarda Azerbaycan, Irak ve İran’ıeline geçirmiş olan Şah İsmail, Anadolu’yu tehdit eder bir duruma gelmişti. Şiiliği vesile ittihaz ederek devamlı fitne çıkartıyor, Müslümanların ittihadını sarsıyordu!
YAVUZ SULTAN SELİM’İN İRAN SEFERİ
Yavuz Sultân Selîm, topladığı olağanüstü dîvanda, Şah İsmail’in tehlikeli faaliyetlerini uzun uzun îzah etti.
Divan, çetin müzakerelerden sonra, İbn-i Kemal Paşa‘nın fetvası ile İran’a sefer kararı aldı.
Yavuz, 20 Nisan 1514’de Üsküdar tarafına geçerek ordu-yi hümayun ile İran seferine çıktı.
Şah İsmail, yiğitlik muktezası olarak er meydanına davet edildi. O ise, daima kaçtı. Safevî topraklarına girildi.Şah İsmail, devamlı geriye doğru kaçıyordu. Asker, bu uzun yolculuktan usandı. İkmal azaldı. Orduda birçok kimse:
“Şah İsmail kaçtı. Bu bile zaferdir. Artık geriye dönelim. “deyip, isyan çıkarmaya başladı. Hatta bunlar, Yavuz’un çadırına ok atacak kadar ileri gittiler.
YAVUZ SULTAN SELİM’İN İSYANCI ASKERLERE KARŞI YAPTIĞI KONUŞMA
Bunun üzerine Yavuz’un, çadırından çıkarak isyancı askerlere karşı îrad ettiği nutuk, harp tarihinin şaheserlerindendir.
Yavuz bu nutukta; « …henüz hedefe varılmadığını, seferden asla dönülmeyeceğini, cihad için yapılan bu seferden, ancak kadınlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın ardınca gelmesini isteyip, tek başına dahi olsa savaşacağını » gür sesi ile ifade ederek
“İsteyenler, karılarının yanına dönüp entarilerini giyebilirler! Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim!.” dedi ve atını mahmuzladı.
KEFENİNİ BOYNUNDA TAŞIYAN SULTAN
Yavuz, şehzadeliğinden beri kefenini boynunda taşıyan bir cengaverdi. O anda binlerce ok ile şehît olabilirdi. O’nun tevekkül, teslîmiyyet ve her çarenin Allah (c.c) olduğunu idrak etmesi, bir anda hadisenin seyrini değiştirdi.Yavuz’un yüreğinden boşalan bu nutuk, askerin gönlünü bir çağlayan gibi coşturdu. Çaldıran Ovası‘na doğru yeniden taze bir azim ve müthiş bir hamle gücü ile varıldı. Şah İsmail perîşan bir şekilde mağlup oldu. Karısını ve tahtını harp meydanında bırakarak kaçtı.
Selim Han Tebriz’e girdi. Dört halîfeyi zikrederek kendi adına hutbe okuttu. Tebriz’deki ilim ve san’at erbabına çok alaka gösterdi. Onları İstanbul’a davet etti.
O yıl Selîm Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için kışı, Azerbaycan’daki Karabağ’da geçirdi.
İstanbul‘dan Tebrîz‘e kadar 2500 kilometrelik bir mesafeyi, birçok ikmal zorlukları ile ve yaya olarak aşıp parlak bir zafer kazanmak, tarihte eşine çok az rastlanan hadiselerdendir.
MUHYİDDİN İBNÜ’L ARABİ HAZRETLERİNİN KERAMETİ
Yavuz, Güneydoğu Anadolu‘yu zarîf bir siyasetle harpsiz olarak ülkesine ilhak etti. Şam‘a girince, Muhyiddîn İbnü’l Arabî Hazretleri‘nin bir kerameti zuhur etti. O sağlığında
“Sîn, şın’a girince benim kabrim bulunacaktır.” buyurmuştu.
Nitekim, Selîm Hanın Şam‘a girişi ile, Muhyiddîn İbnü’l Arabî Hazretleri’nin kabr-i şerîfi keşfedildi.
Bir gün Yavuz sırdaşı Hasan Can’ı, huzuruna çağırttı. Sohbet esnasında ona:
“-Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rüya gördün?” diye sordu.
Hasan Can, anlatmağa değer bir ru’ya görmediğim söyleyince Yavuz ona:
“-İnsan bütün bir gece uyur da hiç ru’ya görmez mi? Herhalde bir ru’ya görmüşsündür.” diye ısrar etti. Bir şey hatırlayamayan Hasan Can mahcub oldu. Daha sonra bir vesile ile ru’yayı Kaplağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:
‘Bu gece Harem dairesi nur yüzlü kimselerle doldu Sultânın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zatın elinde Sultânımızın sancağı vardı. O zat bana dedi ki:
“-Biz neye geldik, bilir misin?”
Ben de:
“-Buyurun!” dedim.
Bunun üzerine:
“-Şu gördüğün mübarek kişiler, Rasûlullah -Sallallahu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ashabıdır. Hepimizi Rasul-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultân Selim Han’a selam söyledi ve buyurdu ki: « Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..»
Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sîddîk, diğeri Ömer-u’l-Faruk, bir diğeri de Osman-ı Zinnüreyn’dir. Ben de, Alî bin Ebî Talibim. Bunu hemen varıp Selîm Han’a müjdele!..”
dedi ve aniden hep birlikte gaib oldular.”
HASAN AĞA’NIN RÜYASI
Hasan Can, Hasan Ağa’nın rüyasını Sultâna aynen nakletti. Padişahın mübarek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak;
“Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır…” dedi.
Meğer ki Sultân da o gece aynı rüyayı görmüş.
YAVUZ SULTAN SELİM’İN MISIR SEFERİ
1516’da Mısır seferine çıktı. Yavuz, Memlükler’den daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar, bu ahdi nakzettiklerinden üzerlerine yürüdü. Memlük ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlup etti.
Ancak, bu zaferin ikmali için Mısır’a ulaşması stratejik bir zaruretti. Bunun içinse korkunç Sîna Çölü‘nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zayiat vermeden, herhangi bir ikmal güçlüğü çekmeden on üç günde başardı. Büyük bir askerî deha sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihan Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkanlarla bile bu çölün, ancak on bir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.
Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dair büyük tereddütler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz Cehennem, gece ise, bir buz diyarı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipti. O sanki kumdan bir denizdi.
YAVUZ SULTAN SELİM’İN SİNA ÇÖLÜ’NÜ GEÇMESİNİN SIRRI
Lakin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkan, hayret ve dehşet içinde idi: «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultân, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı. Bu dehşet içinde askerî erkan da, atlarından inip, onlar da yürümeye başladılar. Paşalar, Yavuz’un can-ciğer arkadaşı Hasan Can‘a:
“Ne olur Hünkara sor. Bu acep ne iştir?” dediler.
Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu halin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:
“Hasan görmüyor musun; önümüzde Allah Resulü Fahr-i Kainat (s.a.v.) Efendimiz yürüyor?!.” dedi.
On üç günde bu korkunç çöl, bir bulutun altında, Allah Resûlü (s.a.v. )’ın ruhaniyetleri ile geçildi. Mısırfethedildi.
Yavuz, 22 Ocak 1517’de Memlükleri, Ridaniye’de tekrar mağlup etti ve bu suretle Mısır kat’î olarak fethedilmiş oldu.
KOCA SULTAN’IN FAZİLETİ
Koca Sultân, Memlük Sultânının cenazesini bizzat omuzlarında taşımak faziletini gösterdi.
Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlük askerleri, dehşet saçan sokak muharebeleri ile mukavemet ediyorlardı.Memlük fedaileri, kendilerine Yavuz‘u hedef seçmiş bulunuyorlardı. «Yavuz’u öldürür isek, harbi kazanırız » inancı içinde idiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz‘a arz etti. Yavuz‘un elbiselerini giydi. Fedaileri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip, fedaileri bertaraf edinceye kadar Sinan Paşa şehît oldu.
MISIR’IN FETHİNE DENK ŞEHİT
Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzun idi:
“Mısır’ı aldık, lakin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, alim bir mücahidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu. Yahya Kemal, bu hicranı şu şekilde ifade eder:
“On Mısr’a bir Sinan bedel olmazdı ey kaza
Kudretlu padişahı bu hal etti telh-kam”
(Ey kaza!
Sinan Paşa gibi alim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı,
işte bu durum -Sinan Paşa’nın feda edilmesi-, kudretli padişahı çok üzmüştür)
Tarihin her devrinde, dev şahsiyetler, böyle seçkin kadrolarla devleşmişlerdir.
Yavuz Sultân Selîm Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merasimle Memlükler’in sarayına girdi. Devrin vak’anüvisi, halkın, Yavuz’u Kahire’de karşılayışını şu şekilde anlatır.
“Halk, Yavuz’un ihtişamını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengaverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevazı bir şekilde yürüyordu. “
YAVUZ SULTAN SELİM’İN SARIĞININ SIRRI
20 Şubat Cum’a günü, Melik Müeyyed Camisi’nde okunan hutbede hatibin kendisinden
“Hakimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn..” diye bahsetmesi üzerine yaşlı gözlerle itiraz etti. Hatîbin ifadesini:
“Hadimu’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn..” olarak düzeltmesini istedi. Bunun üzerine halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hadimu’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifade etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.”
Yavuz Sultan Selim Han Nasıl vefat etti?
Hayatlarında Allâh ile beraber olmayanlar, ekseriyetle son nefeslerinde bu nîmete mazhar olamazlar. Bu yüzden, güzel bir ölüm için hayâtı gâyeli kullanmak zarûrîdir.
Yavuz Sultan Selîm Hân’ın nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:
“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâverlerine taktik ve tâlimat vermeye devâm ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:
«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.
Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna gelmiş, bâkî hayâtın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için gönlümü şimdiden yakan ayrılık hüznüyle:
«–Pâdişâhım, artık Allâh Teâlâ ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin? Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusûr mu müşâhede eyledin?» dedi.
Bu sözler karşısında mahcûb olarak:
«–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sâdece içinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyân için ihtiyaten buna cür’et edebildim.» dedim.
Koca Sultan, artık bambaşka âlemlere dalmış vaziyette bana son hitâbı olarak:
«–Hasan! Sûre-i Yâsîn’i oku!» dedi.
Nemli gözlerle tilâvete başladım. «Selâm» âyetine geldiğim zaman muazzez rûhunu Rabbine teslîm etti.”
Hayatlarında Allâh ile beraber olmayanlar, ekseriyetle son nefeslerinde bu nîmete mazhar olamazlar. Bu yüzden, güzel bir ölüm için hayâtı gâyeli kullanmak zarûrîdir.
22 Eylül 1520, Vefâtının 501. Sene-i devriyesinde Sultan Bayezid Han oğlu Yavuz Sultan Selim Han’a Yüce Allah’tan Celle Celâlühü rahmet niyaz ederim inşaallah.
Rabbimiz! İslama, Ümmet-i Muhammed’e, Mescid-i Haram’a, Mescid-i Nebeviye büyük hizmetlerinden dolayı Yavuz Sultan Selim’den, Osmanlı ve Selçuklu ecdâdımızın tamamından razı ve memnun olsun inşaallah. Âmin.
Vesselâm
Nihat Gülal
İmam-Hatib