– Şu anda nerede olmak isterdin? Hemen şimdi ne yapmak isterdin?
– “Şimdi ne mi yapmak isterdim?” dedi ve derin bir nefes aldı : “Yanıma bir termos çay, bir de ekmek arası, uzak bir yerlere, hiç bilmediğim bir parka bir ormana gidip orada dinlenmek, sonra şehrin her yerini gezmek isterdim. Kaybolsam da ben bulurum yolumu evelAllah. Sonra da bir buket çiçek alıp evime dönmek isterdim”.
– Peki sana engel olan şey nedir? Neden bunu yapmayasın?
– Bilmem. Deli demezler mi? Dul kadın kafayı yemiş derler. Aslında benim hafizam çok güçlüdür. Yönümü tek başıma bulurum. Bir keresinde trene binip tek başıma bir akrabayı ziyarete gitmiştim.
– Öyleyse..?
– En önce ailem karşı çıkar…
– Peki hangi çiçeği evine götürmek isterdin ?
– Gelincik çiçeğini çok severim…
Yaşlı bir teyzemiz, kendinden 30 yaş büyük aşırı kıskanç biriyle evlendirildikten sonra bu şekilde özgüvenini tamamen yitirmiş… Hatta öyle ki, eşinin ölümünden sonra bile kendine hiçbir şey yapma hakkı tanımıyor, eve kapanıyor. Artık özgür. Bundan sonra onu sürekli azarlayan, aşağılayan, katı sınırlar koyan, öfkeli sinirli adam yok… Ama 30 yılın ezikliği, onu öyle çelişkili bir duruma sokmuş ki, eşinin ölümünden sonra sudan çıkmış balığa dönmüş. Bir yanı ondan kurtulduğunu söylese de, diğer yanı onsuz nasıl yaşayacağını bilmiyor…
Çünkü özgüveniniz yoksa, prangalarınızdan kurtulmuş olsanız bile beyniniz hâlâ tutsaktır, geleceğe dair hayal kurma yeteneğinizi kaybedersiniz.
Eşler arasında “aşağılayarak ve özgürlüğünü kısıtlayarak özgüveni zedeleme çalışmaları” ile sıklıkla karşılaşıyoruz maalesef. Bu sorun, çoğunlukla hanımların maruz kaldığı bir sıkıntı olsa da, beyler için de ziyadesiyle geçerli. “Benden habersiz kapı dışarıya çıkmayacaksın” deyip hanımını katı kurallarla boğan kıskanç beyler olduğu gibi, “senden adam olmaz, beceriksiz, işe yaramaz” gibi sözlerle beyini küçümseyerek psikolojik şiddet uygulayan hanımlar da fazlasıyla mevcut.
Eşine karşı bu tür bir tutum sergileyen kimseler aslında aşağılık kompleksi olan, kendine güvenmediği için ve kendini eksik gördüğü için yanındakileri (başta eşini ve çocuklarını) ezmeye çalışırlar. Esasında, bilinçaltında yatan kaybetme korkusu kişiyi zalimleştiriyor. “Eğer benden daha iyi durumda olursa, veya özgür olursa bana ihtiyacı kalmaz ve beni bırakır” paranoyası, fiziksel veya psikolojik şiddet uygulamalarına neden olur, karşısındaki insanı rencide ederek ve küçümseyerek kişiliğini yıpratmak ve kendine muhtaç hale getirmek ister…
Ne kadar acıklı… Evliliği iki insanın “birbirinin örtüsü” olduğu, birbirini tamamladığı bir kurum olarak görmek yerine korkunç bir güç savaşına çevirmek her iki taraf için zarar ve ziyandan başka bir şey değildir…
Gelincik çiçeğini bilir misiniz? Hani kırmızı narin yaprakları vardır. Tarlalarda kırlarda yetişir. Koparıp elinize aldığınızda birkaç dakika içinde solar, çürüyüp kötü kokmaya başlar. Yapraklarının ortasındaki kara göz kesilip suya atıldığında ise göğüs yumuşatıcı bir ilaca dönüşür…
Evlilikte pek tabi kurallar olacak. Ancak bu sınırların amacı, eşlerimizin hayatını zindana çevirmek değil, birlikte huzur içinde yaşamayı kolaylaştırmak için olmalıdır.
Eşlerimiz bizim gelincik çiçeğimizdir. Onların özüne, fıtratına uygun olmayan zoraki bir ortamda tutar, istemedikleri bir hayata mecbur edersek, zamanla solup giderler, cansız, mutsuz bir bedenin kalıntılarıyla yaşamak zorunda kalırsınız. Halbuki onların kişiliklerine saygı duyar, onları köle değil, can yoldaşı gibi görürsek, hayatımıza renk katarlar, dertlerimize ilaç olur, yaralarımızı sararlar…
Sevginin en güzeli yerinde ve özgürce olanıdır. Toprağından koparıldıysa eğer, çekene çile, çektirene bedduadır ancak…
Sevgiyle…
Cemile Tetik