Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanıyorum, birkaç defasında da evden ağlayarak dışarı çıkmıştım. Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki, ama yoktu.
İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir mektup buldum. Hayretle baktım üzerine ama göndericisi olmayan zarfa. Sonra odama girip açtım. “Acıları paylaşmak insanların vazifesidir. Senin geçtiğin sokakta ben de varım. Ama ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış acılarını içinde gezdiren bir insan.” Ve ekliyordu sonunda; “Sana her gün yazacağım.”
Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu? Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden bana yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi ve aslında bir mektuba da deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı? Yazacak mıydı her gün? Bunu zaman gösterecekti.
İlk gün kafam karışıktı. Hem kendi problemlerimi, hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda beyaz ve kalınca bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim. Yazı aynıydı. Odama girip, okumaya başladım mektubu.
Bu inanılmazdı. Bir bardak su içerisine bitiverdi o uzunca mektup. Doyamadım. Bir bardak su daha almış gibi ve susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı. Sanki tanıyordu beni. Sanki yıllardır dertleşiyordum onunla. Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; “Yarın yine yazacağım.”
Ertesi gün yine yazdı. Öbür gün yine. Ve sonraki günler yine yazdı. Her mektubun sonunda, ertesi güne yine yazacağına dair not vardı ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün iş yerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla.
Her gün görüyordum posta kutumun boş olmadığını. Artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin de boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime su serpiyor, sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyorum ki, bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki, onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım. Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum.
Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarım da geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı.
Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak oluştu; kimdi bu? nasıl biriydi? Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başlamıştım. O her gün yaziyordu ve nasıl olsa her gün yazmaya da devam edecekti. Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili her şey de mukemmel olmalıydı. Öyle tahayyül ediyor olmama rağmen nasıl biri olduğunu da merak etmiyor degildim hani.
O gün evde kalmıştım. Kahvaltımı erkenden yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl biri tarafından yazıldığını görmeyi koymuştum kafama.
Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim. Mektubumu kutuya şimdi bırakmıştı. Eli henüz havadaydı. Göz göze geldik. Aman Allah’ım, karşımda hayal ettiğimin dışında çirkin bir adam duruyordu. Dondum kaldım. O da başını eğdi, döndu ve gitti. Orada öylesine donmuş gibi bekliyordum.
Kutuyu açıp mektubumu bile almıyordum. Bunca zaman, bunca güzel mektupları bu çirkin adam mı yazmıştı? O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın altında sakladığım mektuplarımı bu adam mı yazmıştı?
Saçmaladığımı biliyordum ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin adam karıştı diye az önce getirdiği zarfı almıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp baktım. Çoktan gitmişti. Nedenini bilmiyordum ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasına köprü olmuşlardı ama onlara da dokunmadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum.
Ertesi günü iş dönüşü baktım ki, posta kutumda hala o mektup duruyor ama almadım. Daha sonraki gün baktım, aynı mektup yine yapayalnız beklemekte. Yine almadım. Birkaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım.
Altı, yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta ve morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Her şey çok ağırlaşmıştı yeniden. Doğru dürüst uyku bile uyuyamaz olmuştum.
Gece yarısını geçiyordu aklıma o mektup geldiğinde. Tereddüt bile etmeden aşagı indim, posta kutumu açtım ve uzun zamandır beni beklemekte olan mektubu aldım. Bir saat içinde tam üç kez okumuş, özlemiş olarak göğsüme bastırmış ve uzun zamandır ilk defa böyle huzur içerisinde uyuyabilmiştim.
Bu mektuplar benim ilacımdı, biliyordum. En çok o gün merak etmiştim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini. Ve o akşam gözlerime inanamadım. Posta kutumda mektup vardı. Yazı aynı yazıydı, zarfta yine gönderenin ismi yoktu. Üstelik bu mektupta bana sıkıntı verecek bir şeylerin olduğu adeta içime doğmuştu.
Zarfı açtım, içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu; “Sana gelmiş bir mektubu kırk sekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum ama artık sana yazmaya zamanım olmayacak çünkü iki gün sonra Belçika’ya işçi olarak gidiyorum. Hoşçakal. Çirkin Postacı…”
Donmuş kalmıştım şimdi. Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma. Hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım, bir kalemle, bir kağıta; “Lütfen bana tekrar yaz” diye yazıp posta kutuma koydum.
Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum senelerdir yapayalnız bekliyor…
Şerafettin Yıldırımer