“Benim gibi Belçika’da doğmuş ikinci kuşağa ait neslin yaşayabileceği en büyük acılardan birisi, birinci kuşağın yavaş yavaş yok olduğunu görmek olmalı.” Bu yazıyı bu sabah Facebook’ta, 60’lı yıllarda çekilmiş ve Avrupa’ya doğru yol alacak bir trene binmiş Türkler’in yakınlarıyla vedalaştıkları bir fotoğraf ile birlikte yayınladım. Bu yazı beklediğim ilgiyi görmemiş olsa da, görenler arasında benim gibi düşünenleri duygulandırdığına eminim.
Aslında bu durum birçoğumuzun aklına geliyor fakat pek fazla dillendirilmiyor. Benimse sık sık aklıma gelen bir durum. Hatta hiç ayrılmadığına inandığım bir durum. Özellikle şu son bir iki senedir. Bunun ise sanırım iki sebebi var. Birincisi Kovid19’a bağlı yaşanan pandemi döneminde, birinci kuşaktan çok sayıda insanın hayatını kaybetmesi, ikincisi ise, babamın yaklaşık bir yıldır kanser hastalığıyla mücadele etmesi diye düşünüyorum. Bir kere babam hasta olduktan sonra dünyaya olan bakış açım değişti resmen.
Ölüm elbette Allah’ın emri, amenna, ama Belçika’ya işçi olarak gelen ve çocuklarını zor zalim bu ülkede yetiştiren birinin her geçen gün ölüme yaklaşıyor olması, insanı ister istemez üzüyor işte. Hele ki, o kişinin ruh hali, eski dönemindekinden çok uzak olursa. Eskiye bağlı olayları hatırlatmak istediğiniz zaman, “Bilmiyorum” cevabını almak kadar kötü bir duygu yok olsa gerek.
Pandemi döneminde, etrafımızdan çok sayıda, özellikle ilk kuşaktan insan vefat etti. Bu durumu özellikle Chaussee de Haecht üzerinde yürürken ya da camilerde fark edebiliyoruz. Pandemi öncesi, camilerimiz yaşlılardan geçilmiyordu ama şimdi çok az sayıda yaşlı görüyoruz. Chaussee de Haecht gibi Türklerin yoğun oldukları cadde ve sokaklarda ise, pek fazla göremez olduk.
İlk kuşak demişken, üzüldüğüm en önemli noktalardan birisi ise şudur. 2014 yılında, “Türklerin Belçika’ya göçünün 50’nci yılı” kapsamında yapılacak etkinlikler esnasında, birkaç derneğe ilk kuşağa ait insanlarla görüşüp, onlara bilgilerinin ilerideki yeni nesillere aktarılabilmesi için bir çalışmanın yapılmasını önermiştim. Önerime bir dernek cevap vermişti ama yapılması gereken çalışmayı anlamamış olmalıydı ki, bin euro gibi bir bütçe önermişti. Bu geniş kapsamlı projenin gerçekleşmesi için böyle bir bütçe neye yarayabilirdi ki?
Ayrıca Brüksel Bölgesi’nde 50.yıl kapsamındaki etkinliklerde resmi olarak öncülük yapmayı hakeden EYAD Derneği ise, o dönem mevcut olan yönetimin izlemiş olduğu saçma sapan çizgi yüzünden 50.yıl etkinlikerinin fiyaskoya dönüşmesine neden olurken, bu konuda yapılabilecek bütün çalışmaların heba olmasına vesile olmuştu.
Şimdi şöyle düşünüyorum da, 50.yıldan bu yana ilk kuşak çok büyük bir kayıp yaşadı. Sayıları ne kadar eksildi Allah bilir ama yüzdeliğe vuracak olursak, büyük bir kaybın yaşandığı kesin. Bu da şu demek oluyor; Yeni nesillere aktarılabilecek bilgi büyük ölçüde yok olmaya yaklaştı.
Peki nedir bu bilgi meselesi? Hani bizim bildiğimiz şu meşhur, “Yumurta almaya gittim, gıt gıt gıdak dedim” hikayelerini kapsayan bilgiler değil. Yaşanmış muhteşem hikayelerle ilgili bilgiler. İkinci nesile ait birisi olarak, hep ilginç hikayelerle büyümüştük. Özellikle ilk gelenlerin yaşadıkları hikayeler. Josaphat Parkı’nda cuma namazının kılınması gibi falan. Ama şimdi biz bu hikayeleri yazmaya kalksak, yaşayanların anlattıkları şekilde tesiri olabilir mi? Bence olmaz.
Şimdi buradan, bu önemli bilgi mirasının kendi çıkarlarını düşündükleri için sahip çıkamayan ve heba olmasına neden olan dernek yöneticilerini cani gönülden kutlarım. Sayenizde, Belçikalı Türk toplumu büyük bir mirasını kaybetti. Şimdi yaklaşan 60.yılın projelerini iyi hazırlayın. Nasıl olsa yine saçma sapan etkinlikler yaparak Belçika devletinden paraları alır, “60.yılı kutladık” dersiniz. Ama o yapacağınız kutlamalar iki günde unutulur. Bu şu demek oluyor; 50 yıl sonra gelecek nesiller, ne sizi ne de bu etkinlikeri bilecek.
Cafer Yıldırımer