Bir umut peșine düşerek Belçika’ya yapılan Türk göçüne katılanlardan biriside șimdi yetmiș bir yașında olan Bekir Dağcı.
Gurbetçi olmaya karar vermeden önce geçimini koyunculukla sağlayan Bekir Dağcı, nam-ı diğer Bekir Ağa, bir gün arkadaşıyla konuşurken daha çok para kazanıp hayallerini gerçekleştirmek isteğiyle yabancı ülkeye gitmeye karar verir. 1971 yılının Ağustos ayında beș arkadaș, Lüksemburg Bölgesi’nde yer alan Marche-en-Famenne’e gelmek üzere Emirdağ’dan yola çıkarlar ve o andan itibaren onları maceralı bir yolculuk bekler.
Yenivatan Gazetesi olarak kendisiyle yaptığımız röportajda çarpıcı hikayeler anlatan ve çarpıcı açıklamalar yapan Bekir Dağcı, geldikleri ülkenin dilini bilmedikleri için çok zor dönemler geçirdiklerini ve bu yüzden ilk zamanlar geri dönmeyi çok istediğini sözlerine ekledi.
BELÇİKA’YA GELMEDEN ÖNCE İSTANBUL’DA KOYUN SATARDIK
Ben Bekir Dağcı, 1942 Emirdağ doğumluyum. Babam Mehmet Reşit, annem ise Keziban. Belçika’ya gelmeden önce koyunculuk yapardım. Koyun alırdık, yetiştirirdik ve kuzulatırdık. Bu işle geçimimizi sağlardık. Kurban Bayramı gelince, koyunlarımızı kamyonla İstanbul’a götürüyorduk. İstanbul’a varınca, Anadolu yakasından Avrupa yakasına gemiyle geçerdik. Avrupa yakasına gelince koyunları kamyondan indirir onları İstanbul sokaklarında sürerdik. Koyunlar bizi tanıyordu, biz onlara “Drü” dediğimiz zaman, onlar da bize “me” diyerek bizi takip ederlerdi. Koyunlarla birlikte Topkapı’ya kadar varırdık. Topkapı’da mezarlık vardı ve biz o mezarlığın yanında bir çadır kiralardık. Çadırda tuttuğumuz koyunlar için müşteriler gelirdi. “Hayır gör, hayır gör, hayır gör” diyerek müşterilere koyunlarımızın tamamını satar sonra geri eşyalarımızı kamyona yükler, edindiğimiz karla birlikte Emirdağ’a dönerdik. İstanbul’a gidip geri dönmemiz yaklaşık üç haftayı bulurdu. Ondan sonra tekrar elimizdeki koyunları bir sonraki bayram için yetiştirmeye ve beslemeye başlardık.
O sıralar sık sık Belçika’ya gidenlerin olduğunu duyardık. Sonra bende bir arkadaşa “Biz de mi gitsek?” diye sordum. Arkadaş da “Gidelim” dedi. Böylelikle Rahmetli Mevlüt Mola, Rahmetli Mehmet Aktürk (Ak Mehmet), Rahmetli Halil Selek (Piribeyli Halil), Abdullah Mola ve ben olmak üzere beş arkadaş Belçika’ya gitmek için anlaştık. 10 Ağustos 1971 tarihinde Emirdağ’dan otobüsle ayrılarak yola çıktık. İlk önce İstanbul’da Haydarpaşa’ya vardık. Haydarpaşa’da bavullarımızı emanet yerine teslim ettik, dolmuşla Sultanahmet’e gittik ve oraları ziyaret ettik. Sonra trenin vakti yaklaşınca tekrar Haydarpaşa’ya döndük. Trenle Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya derken uzun süren bir yolculuk sonrası Almanya’nın Münih şehrine vardık. Yolculuk boyunca vagonumuza girip çıkanlarlar bir kelime bile konuşamadık. Münih’te tam olarak dokuz saat gibi uzun bir süre bekledik. Beklerken karnımız acıktı ve biraz yiyecek almaya çıktık. Yakınlarda bulunan bir büfeye vardık, derdimizi tarzanca anlattık ve biraz yiyecek bir şeyler aldık. Bizimle birlikte gelen arkadaşımız Mevlüt Mola zaten altı yıldır Belçika’daydı. Diğer dördümüz Belçika’ya ilk defa ayak basacaktık. Hepimiz, Lüksemburg Bölgesi’nde yer alan Marche-en-Famenne’e gidecektik ama tren biletlerimizi Marche-en-Famenne’e daha yakın olan Liège yerine Brüksel’e almışız. Brüksel Kuzey İstasyonu’na indik, bu sefer yüz on kilometre mesafede bulunan Marche-en-Famenne için bilet aldık. Ve yine tren beklemeye başladık. Beklerme esnasında bizden yaşca hayli büyük olan Rahmetli Ak Mehmet “Bekir, Bekir” diye bana seslendi. “Buyur Mehmet Emmi” dedim. Yakınımızda kucak kucağa oturan ve dudak dudağa öpüşen bir çifti göstererek “Bu da mı gelecekti başımıza Bekir” diye feryat etmeye başladı. Gençlerin o hareketi Ak Mehmet’in çok tuhafına gitmişti çünkü kendisi henüz hiç Emirdağ’dan dışarı çıkmamıştı. Ben ise İstanbul’a sık sık gittiğim için bu tür hareketleri zaten görmeye alışıktım.
Nihayettinde uzun bir yolculuk sonrası Marche-en-Famenne’e ulaştık. Marche-en-Famenne’de Rahmetli Mevlüt Mola’nın evine vardık. Daha sonra Mevlüt bize Carrière diye bir köyde bir Belçikalı’nın evini kiraladı ve biz o evde beş arkadaş kalmaya başladık. Mevlüt bize battaniye ve diğer eşyaları satın almamızda çok yardımcı oldu. İlk vardığımızda dil bilmediğimiz için çok zorluklar çektik. İlk geldiğim zamanlar kendimi aynı derdini anlatamayan yeni doğmuş bebek gibi hissediyordum. Belçika’ya geldiğimde iki çocuğum vardı. İyice yerleştikten sonra Ekim 1972’de eşimi ve çocuklarımı getirdim.
TÜM VÜCUDUM YANDI
İlk önce Mevlüt’ün yanında tahta kesme fabrikasında işe başladım. Orada iki sene çalıştıktan sonra yakınında bulunan bir konserve fabrikasında işe girdim ve altı sene de orada çalıştım. Oradan da ayrıldım ve Brüksel’e göçmeye karar verdik. Brüksel’de döküm fabrikasında çalışmaya başladım. Dökümde fabrika iflas edinceye kadar çalıştım. Orası gerçekten çok zor bir işti. O işte çalışırken vücutlarımızda çok kez yanmalar falan oldu. Bir seferinde ocağın başında çalıştığım esnada, ocaktan püsküren kül yüzümü de dahil tüm vücudumu tamamen yaktı. Uzun süre hastanede kaldım. Aylarca tedavi için hastaneye gittim. O tedavi süresi boyunca vücudumdaki bütün yanıklar yok edildi. Bence insan başına gelebilecek en ağır şeylerden birisi yanıktır. Benim için gerçekten benim çok zor bir dönem oldu.
BEBEKTEN BİLE DAHA ACİZ DURUMA DÜŞTÜK
Bu gurbet ellerinde çok hikayeler yaşadık. Ama genelde başımıza ne geldiyse bu ülkenin dilini bilmediğimizden geldi. Başımızdan geçen hikayeleri unutmak çok zor. Annesinden yeni doğan bebek ağladığı zaman ağlıyor ve annesinden sütünü alıyor. Biz buraya ilk geldiğimiz dönemde bir bebekten bile daha aciz duruma düştük. İlk zamanlar marketten ihtiyaçlarımızı aldığımız zaman kaç para tuttuğunu anlamadan cebimizdeki parayı market sahibine uzatırdık, o da aldığımızın karşılığını alır, paranın geri kalanını bize geri verirdi. Biz geldiğimiz dönemlerde Belçikalılar çok inançlı insanlardı, bu yüzden baya dürüsttüler.
GIDAK GIDAK DİYE YUMURTALARI ALDI
Brüksel’e gelmeden önce Halil Selek, Abdullah Mola ve ben Ay diye bir köyde ev tuttuk. Yemekleri kendimiz yapıyoruz ama arkadaşlarım hiç yemek yapmasını beceremedikleri için genelde yemekleri ben yapardım. Ben onlara “Ben yemeği yapayım siz de bulaşıkları yıkayın” derdim, onlar da “Tamam” derlerdi. Bir gün ben mektup yazmaya oturdum, arkadaşlarsa “Markete varıp işe azzık için bir şeyler alalım” dediler. Arkadaşlar markete varmışlar ama yumurtaları bulamamışlar. Abdullah Mola market sahibine varmış, “Gıdak, gıdak” diye tavuk gibi gıdaklamaya başlamış. Arkadaşımın gıdakladığını gören market sahibi durumu anlayıp yumurtaları getirmiş. Arkadaşlar eve geldiklerinde nasıl tavuk gibi gıdakladıklarını anlattılar. O gün baya gülmüştük.
BELÇİKA’DA İLK DEFA TÜRKÇE YAYIN YAPAN RADYO
Yine bir gün arkadaşlarım markete gitmișlerdi, bense evde dinleniyordum. O ara hafif aralı duran kapı sayesinde dışarıdan gelen Türkçe müzik sesini duydum. Üstelik dönemin en iyi isimlerinden Ali Ercan çalıyordu. O heyecanla yerimden fırladım ve dışarı çıktım. Müzik bir kamyondan geliyordu, üstelik şoförü Belçikalıydı. Meğerse o dönemlerde Liège’de yayın yapan bir radyo istasyonu haftanın belirli günleri kırk dakika boyunca Türkçe yayın yaparmış. Belçikalı şoför Liège’den geldiği için radyo kanalını değiştirmemiş. Sonra arkadaşlar geldi ve şoföre giderek Türk olduğumuzu söyledik. Şoförde bizim için teyipin sesini yükseltti ve kamyonun kapılarını açtı. Kamyonun yanına oturduk, hüzünlenerek türküleri dinledik. Şoför yayın bitesiye kadar yanımızdan ayrılmadı. Böylelikle Belçika’da ilk defa Türkçe yayın yapan bir radyo dinlemiştik. O dönemlerde buralarda Türkçe müzik kaseti falan bulmak imkansızdı. Zaten o muhitlerde karşımıza çıkabilecek fazla Türk bile yoktu.
YAHUDİ ADAMIN ÇOK İYİLİĞİNİ GÖRDÜK
Marche-en-Famenne’de yaşayan Ankara doğumlu bir Yahudi vardı. Sekiz yașına kadar çocukluğu Ankara’da geçmiș. Kendisi bize kendilerinin Atatürk tarafından yurt dıșı edildiklerini söylerdi. Çocukluğunu Türkiye’de geçirdiği için Türkçe’yi iyi bilirdi. Bir ișimiz çıktığı zaman Yahudiyi bulur, derdimizi anlatırdık. Kendiside bize hiç itiraz bile etmeden bizimle beraber gideceğimiz yere kadar gider, bizlere hem tercümanlık yapar hem de çoğu konuda yardımcı olurdu. Karșılığında ise hiçbir șey istemezdi. Yahudi adamın çok iyiliğini gördük.
İLK ZAMANLAR GERİ DÖNMEYİ ÇOK İSTEDİM
Belçika’ya geldikten sonra eşime “Dayanamıyorum artık, geri döneceğim” diye çok mektup yazdım. Gerçekten çok zordu. İlk zamanlar dönmeyi çok istedim. “Emirdağ’ı derler beni durağım, dert üstüne dert bağladı benim yüreğim” derdim (Bir kaç dakika hüzün)…
Zor zahmetler çektik. Dil bilmediğimize ekmek bile alamadığımız zamanlar oldu. Markete ekmek almaya varırdık, ekmek gözümüzün önünde olursa, alabiliyorduk, yoksa “Ekmek” diyemez marketin içinde uzun süre dolanırdık. Bir seferinde Marlois denen köyde Piribeyli Halil ve Ak Mehmet’le birlikte fıstık almak üzere bir markete vardık. Markette çalıșan kadına ișaretle ve tarzanca derdimizi anlatmaya çalıștık ama kadın ikide bir bize “C’est pas moi” (tercümesi: Ben değilim) diye karșılık verdi. Biz derdimizi anlatamadık, kadın da bizi anlamadı. Fıstıkları alamadan marketten ayrıldık. Hatta o dönemlerde müslümanların usullerine göre hazırlanmış mamüller bile doğru düzgün yoktu. Ama ilk geldiğimde Emirdağ’da sadece bir kaç zenginde bulunan televizyonun burada herkesin evinde olması beni çok etkilemişti.
Röportaj/Fotoğraf: Cafer Yıldırımer