Türkiye’nin 2012 Yılı “İlerleme Raporu” ile diğer aday ve potansiyel aday ülkelerdeki gelişmelerin değerlendirildiği “2012-2013 Genişleme Stratejisi Belgesi” bugün Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanmıştır.
Bu Rapor 1998 yılından bu yana Türkiye için hazırlanan 15’inci İlerleme Raporu’dur.
Raporun İngilizce nihai metnine ve Bakanlığımız tarafından hazırlanmakta olan Türkçe tercümesine Bakanlığımız internet sayfasından ulaşabileceğinizi bu vesile ile belirtmek isterim.
Şunu da öncelikle not etmekte fayda görüyorum…
Biz İlerleme Raporlarının, son bir yılın AB kriterlerine uyum süreci bağlamında objektif bir Türkiye fotoğrafının çekilmesine imkân tanıdığına hep inandık.
Bu düşünceyle de İlerleme Raporu yayımlanmadan önce Bakanlığımız, diğer ilgili Bakanlık ve birimlerimizle koordineli bir şekilde Komisyonu mutat olarak bilgilendirmiştir.
Rapor öncesinde gerek şahsım, gerekse çalışma arkadaşlarım Komisyon nezdinde Rapor’un birtakım ucuz pazarlıklara kurban edilmemesi için yoğun bir çaba göstermiştir.
Ne yazık ki bu çabalarımıza rağmen Avrupa Birliği’nin bu yıl ki İlerleme Raporu’nun özellikle siyasi kriterler bölümünü büyük bir hayal kırıklığıyla karşıladığımızı belirtmek durumundayım.
Anlaşılıyor ki tanımadığımız sözde bir devletin, sözde Dönem Başkanlığı’na denk gelmesi Rapor’un içeriğinde bizi hayal kırıklığına uğratacak hususların ağırlıkta olmasında etkili olmuştur.
Biz yine de her yıl olduğu gibi bu yıl da Rapor’un içerisinden makul ve yapıcı eleştirileri dikkatle not edecek, eksikliklerimizi gidermek için hassasiyetle hareket edeceğiz.
Şunun bilinmesini isterim ki İlerleme Raporları bizim için bir karne değildir, hiçbir zaman olmamıştır, olamaz.
Hükümetimize karne verecek yegâne makam millettir.
Bizim için İlerleme Raporları kendimize tuttuğumuz bir aynadır; ancak bu yıl Avrupa Birliği’nin kırık aynasının, bizim için büyük ölçüde yol gösterici olmaktan uzak bir İlerleme Raporu ortaya çıkardığını görüyoruz.
Raporda münferit olaylara fazlasıyla yer verildiği ve bu münferit olaylardan tehlikeli genellemelere ulaşıldığı özellikle dikkat çekmektedir.
Rum Dönem Başkanlığı etkisindeki Avrupa Birliği ne yazık ki bu kez ışığı önümüze değil, gözümüze tutmayı tercih etmiştir.
Şu açıkça hissediliyor ki 2012 yılı Türkiye İlerleme Raporu ekonomik ve siyasi kriz içindeki Avrupa Birliği’nin çeşitli mazeretlerle Türkiye’nin üyeliğini geciktirme çabalarının bir yansımasıdır.
AB, bu karamsar yaklaşımla, 2012 yılında başlatılan Pozitif Gündeme de gölge düşürmüştür.
Türkiye bundan 53 yıl önce, 31 Temmuz 1959 tarihinde, rahmetle yâd ettiğimiz Adnan Menderes döneminde o zamanki adıyla AET’ye ilk başvurusunu yapmıştır.
Çok açık ve net söylüyorum…Bu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde alınmış en cesur, en stratejik, en doğru ve en isabetli karardan bir tanesidir.
Bizim Avrupa Birliği hedefimiz gündelik tartışmaların ve gelişmelerin çok daha ötesinde kalıcı, uzun vadeli ve vizyoner bir bakışın eseridir.
Avrupa Birliği, Cumhuriyetimizin demokratikleşme ve çağdaşlaşma idealleri açısından yarım asır boyunca Türkiye’ye önemli bir perspektif sağlamış, ülkemizin muasır medeniyet yolculuğu Avrupa Birliği’ne entegrasyon süreciyle yönünü belirlemiştir.
Yani Türkiye kendisine sunduğu bu modernleşme perspektifi için Avrupa Birliği demiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, hedefini muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak olarak belirlediği için Avrupa Birliği demiştir.
Avrupa Birliği süreci her zaman Türkiye için bir devlet politikası olmuş, ülkemizin olmazsa olmaz politikalarından biri olarak önemini korumuştur.
Bu süreci önemli kılan en kritik noktalardan biri de şudur… Türk milleti her zaman bu sürecin arkasında durmuş ve hiçbir şekilde Türkiye’nin farklı bir istikamete yönelmesine izin vermemiştir.
Kuruluş felsefesine ve temsil ettiği değerlere baktığımızda Türkiye için değişim ve reform sürecinin en önemli tetikleyicisi Avrupa Birliği perspektifi olmuştur.
Öte yandan, Türk dış politikasının ilgi alanı genişlerken, Türkiye’nin etki ve nüfuz alanı daha geniş bir coğrafyaya yayılırken, Avrupa Birliği süreci de bunun sürükleyici bir unsuru olmuştur.
Bu anlayış çerçevesinde Hükümet olarak göreve geldiğimiz günden itibaren bu perspektifi her zaman canlı tuttuk ve AB standartlarını yakalamak için kararlı bir reform süreci yürüttük, yürütmeye de devam ediyoruz.
Bu kararlılığımız sayesindedir ki Türkiye yarım asrı aşkın süredir içinde bulunduğu bu sürecin son 10 yılında önemli bir mesafe kat etmiştir.
Elbette başta rahmetli Menderes ve Özal olmak üzere, 1959-2002 dönemindeki 43 yıllık süreçte AB hedefi için önemli bir kararlılık ortaya koyan yönetimler, bunun için mücadele gösteren devlet adamları olmuştur.
Elbette bugün müzakere eden aday ülke statüsünü kazanmamıza kadar gelen süreçte geçmişte aşılan kritik eşiklerin önemli bir katkısı olmuştur.
Ama şu çok açıktır ki bu 43 yıllık sürenin büyük bir bölümü Türkiye’de demokrasinin kesintilere uğradığı, ekonomik sıkıntıların hâkim olduğu, buna bağlı olarak da AB perspektifinden uzaklaşıldığı dönemlerle anılmıştır.
Biz Hükümet olarak göreve geldiğimizde bu gidişata son vereceğimizi ilan ettik.
3 Kasım 2002’de göreve geldiğimizde ortaya çok önemli bir irade ve kararlılık ortaya koyduk, geçmişte atılan adımları çok daha ileriye taşıdık ve 2 yılda müzakerelere başlayacak yeterlilikte Kopenhag Kriterlerini karşılayarak 17 Aralık 2004’te müzakere tarihi aldık.
3 Ekim 2005’te başladığımız katılım müzakerelerini de aynı kararlılıkla yürütmeye devam ediyor, milletimizin talep ve beklentileri doğrultusunda atılması gereken her türlü adımı tereddütsüz bir şekilde uygulamaya koyuyoruz.
Hiç tartışmasız Türkiye 10 Ekim 2012 itibarıyla Avrupa Birliği standartlarına en yakın olduğu noktadadır.
Türkiye’nin, demokratik standartları hayata geçirdiğimiz reformlarla her geçen gün daha ileri bir seviyeye ulaşmasına şahitlik ediyoruz.
Ülkemizin istikrar ve güven ortamı AK Parti iktidarıyla güçlenmiş, milletimiz 3 dönem üst üste AK Parti’yi iktidara taşıyarak Hükümetimizin reform iradesini tescil etmiştir.
Bugün AK Parti, kuruluşunun 10’uncu yılında her iki vatandaşımızdan birinin oyunu alarak iktidara gelen bir Parti’dir ve 75 milyonun Hükümeti olma samimiyetini taşımaktadır.
Hükümetimiz Türkiye’nin ileri demokrasi hedeflerine ulaşması için yeni, sivil bir Anayasa’ya kavuşması yönünde samimi bir kararlılık içerisindedir.
Partimiz TBMM’de büyük bir sandalye üstünlüğü bulunmasına rağmen, grubu bulunan partilerden eşit sayıda üyeyle Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na katılım sağlanması yönünde yapıcı bir yaklaşım benimsemiş ve Anayasa görüşmelerinde masadan kalkan taraf olmayacağını açıkça beyan etmiştir.
Sağladığımız istikrar ve güven atmosferi Türk ekonomisini de dünyanın parlayan yıldızı haline getirmiş, Türkiye Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olmuştur.
Ülkemizde ifade ve bireysel özgürlük alanında tarihin en şeffaf ve özgürlükçü atmosferi yakalanmıştır ve bu atmosferi daha da güçlendirmek için Hükümetimiz gerekli adımları atmaya devam edecektir.
Çıkardığımız yargı reformu paketleriyle Türk yargısı daha şeffaf, daha objektif ve tarafsız bir nitelik kazanmıştır.
Yargı önüne getirilen davaların daha hızlı sonuçlanması için önemli adımlar atılmıştır.
Yeni dönemde atacağımız adımlarla Türk yargısı hızla AB standartlarını yakalamaya devam edecektir.
Türkiye, Hükümetimiz döneminde, her kesimden vatandaşlarımızın birikmiş meselelerine el atma cesaretini ortaya koymuş, geçmişten gelen kronik meseleler bir bir hal yoluna koyulmuştur.
Türkiye’de artık tartışılamayan, tabu olarak görülen hiçbir mesele kalmamıştır. Her türlü sorunu özgürce konuşacak, tartışacak ve çözüme kavuşturacak ortam yakalanmıştır.
Türkiye, demokrasiye darbe girişimleriyle yüzleşme kararlılığını da göstermiş, 12 Eylül referandumuyla Anayasamızda yapılan kapsamlı değişiklikler bu zihniyetin yargı önünde hesaba çekilmesinin yolunu açmıştır.
Türkiye terör örgütü PKK ile mücadelede Hükümetimiz döneminde özgürlük-güvenlik dengesinden taviz vermeyen bir yaklaşımla hareket etmiştir.
Bu çerçevede, bir yandan teröristle güvenlik boyutunda amansız bir mücadele gösterirken, diğer taraftan terörün zeminini ortadan kaldırmak için özgürlükler noktasında tarihin en cesur adımlarını atmış ve atmaya da devam eden Hükümetimizin kararlılığını vurgulamak isterim.
Şu hususun da özellikle altını çizmekte fayda görüyorum… PKK ile Kürt kökenli vatandaşlarımızı yan yana getiren, PKK’nın Kürt halkını temsil ettiğini söyleyen hiçbir yaklaşımı tasvip ve kabul etmiyoruz.
PKK, Kürt kökenli vatandaşlarımız için de en büyük tehdittir, onların da en büyük düşmanıdır.
PKK’nın sadece Türkiye ve Türk halkı için değil, Avrupa ülkeleri ve halkları için de büyük bir tehdit olduğunun bilinmesi gerekir.
Terör örgütü PKK Türkiye’de masum vatandaşlarımıza, masum çocuklara kurşun sıkarken Avrupa gençliğini de uyuşturucuyla zehirlemektedir.
Avrupa ülkelerinin PKK’nın hain saldırılarından sonra yayınladığı kınama ve taziye mesajları artık somut işbirliği adımlarıyla desteklenmelidir.
Geçmişte ne yazık ki etnik kökenlerini bile dile getirmeye korkutulan Kürt vatandaşlarımız bugün her türlü taleplerini özgürce dile getirmekte, Hükümetimiz Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi kapsamında tarihin en cesur adımlarını atmaktadır.
Milli Birlik ve Kardeşlik Projemiz, adından da anlaşılacağı üzere Türkiye’nin birlik ve kardeşliğini güçlendirmek için başlattığımız bir projedir ve önemini muhafaza etmektedir.
Ülkemizdeki bütün inanç kesimlerinin sorunları bizim sorunumuzdur.
İşte onun için, samimiyet içinde sorunları çözmenin, yüzyıllardır devam eden meseleleri artık bir çözüme kavuşturmanın mücadelesini veriyoruz.
Alevi vatandaşlarımızın sorunlarına devlet tarihte ilk kez bu kadar hassasiyetle eğilmiş ve dün tartışmasına dahi tahammül edilemeyen meseleler çözüme kavuşmuştur.
Atatürk’ten sonra ilk kez Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül Cemevi’ni ziyaret etmiştir.
İlk kez bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan Muharrem İftarı’nda Alevi kardeşlerimizle aynı sofrayı paylaşmış, onların coşkusuna ortak olmuştur.
Dersim’de tarihte yaşanan acı hadiselerden dolayı Cumhuriyet tarihinde hiçbir Hükümetin, hiçbir liderin cesaret edemediğini Başbakanımız yapmış, bizzat devlet adına özür dilemiş ve Dersim’de yaşanan acıları sahiplenmiştir.
Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi kapsamında 7 adet Çalıştay düzenleyerek, hangi düşünceden, hangi görüşten olursa olsun Alevi kardeşlerimizin sorunları üzerine düşünen, bu meselelerin çözümüne katkı sağlayabilecek vatandaşlarımızı ortak platformda bir araya getirdik.
Bu Çalıştaylar aracılığıyla ilk kez devletle Aleviler arasında doğrudan bir iletişim ve diyalog zemini oluşturulmuştur.
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin müfredatını değiştirerek öğrencilerimizin Alevilik konusunda daha doğru bilgilendirilmelerinin önünü açtık.
Alevi kardeşlerimizin özellikle hassasiyet taşıdığı, milletçe hepimizin içini acıtan ve lanetlediği o elim olaya sahne olan Madımak Oteli’nin kamulaştırılmasını da AK Parti Hükümeti sağlamıştır.
Azınlık hakları konusunda artık dünün kelimeleriyle konuşmuyor, hiçbir tabuyu kabul etmiyor ve bütün meseleleri cesaretle, açıklıkla tartışabildiğimiz bir Türkiye gerçeğiyle yaşıyoruz.
Farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarımız son 10 yılda elde ettikleri özgürlüklerin huzur ve esenliğini her fırsatta paylaşmaktadır.
Bir araya geldiğimiz her toplantıda farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarımız Sayın Başbakanımıza ve Hükümetimize şükranlarını ifade etmektedir.
Sümela’nın ve Akdamar’ın yeniden canlanmasının azınlıklar üzerinde oluşturduğu heyecan ortadadır.
Vakıflar Kanunu ile zaten tarihi bir adım atılmıştı.
Sadece Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle 181 taşınmazın cemaat vakıflarına iadesini sağlamıştık.
Ama biz bununla da yetinmedik ve Sayın Başbakanımızın talimatlarıyla çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile tarihi bir adım daha atarak 1936’dan bu yana çeşitli gerekçelerle devlet tarafından el konulan vakıf mallarının iadesine karar verdik.
Öte yandan Avrupa’nın göbeğinde, Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinde Roman vatandaşları vagonlara doldurulup sınır dışı edilirken Türkiye’de Başbakanımız Roman kardeşlerimize yeni konut projelerini, yeni eğitim projelerini müjdeledi.
75 milyon vatandaşımızın her biri Türkiye’nin asli unsurudur, birinci sınıf vatandaşıdır.
Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan her bir insan, her türlü farklılığıyla birlikte bizim gönlümüzde her zaman ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Hiç kimsenin ötekileştirilmesini biz asla kabul edemeyiz.
Aynı şekilde bölgemizde ve dünyada mazlumların, zulme uğrayan masumların çığlığına da sessiz kalamayız.
Bu anlayışla Avrupa ülkelerinin yapmadığını veya yapamadığını yaptık, kendi öz yurtlarında büyük bir vahşete maruz kalan Suriye halkını kaderine terk etmeyerek, onlara kapılarımızı ve gönüllerimizi açtık.
Hâlihazırda yaklaşık 100 bin Suriyeli kardeşlerimize kendi imkânlarımızla her türlü ihtiyaçlarını karşılayabildikleri kamplarda evsahipliği yapıyoruz.
Diğer taraftan Suriye’de kendi halkına kurşun sıkan, bomba yağdıran zalim rejimin vahşetine göz yumulmaması için de uluslararası toplumu hassasiyet göstermeye davet ediyoruz.
Kıbrıs meselesinde Türkiye ve Türk tarafı çözümden yana tavrını net bir şekilde ortaya koymaya devam etmektedir. Rum tarafının şımarık ve statükocu tavırları çözümün önündeki temel engeldir.
Rumların bu şımarık tavırlarına müsamaha gösterenler de açıkça Ada’da çözümsüzlüğün tarafında kendilerini konumlandırmaktadır.
Az önce saydığım bütün bu hususlar, Türkiye’nin bu reform ve değişim iradesi Komisyon tarafından bu yılki İlerleme Raporu’nda da tescil edilmiştir.
Raporun içinde bizi sükûtu hayale uğratan, siyasi gelişmelere yönelik eleştiri cümlelerine rağmen, Raporun kendisi aslında bir şeyi itiraf ediyor, Raporun içinde Türkiye’nin 33 faslın 32’isinde ilerleme kaydettiği açıkça tespit, itiraf ve teslim edilmiştir.
Bu bir tespittir ve asla yoruma açık bir mahiyet taşımamaktadır.
Buna rağmen, Rapor’un önemli bir bölümünde Türkiye’de ve Avrupa’da marjinal ideolojik kesimlerden duyduğumuz haksız ve mesnetsiz tezlerin yer bulması çok ciddi bir çelişkidir.
Avrupa Birliği kendi tespitiyle çelişmektedir.
Bu bakımdan Komisyonu’nun 2012 Türkiye İlerleme Raporu, hem Avrupa’da, hem Türkiye’de Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak isteyen çevrelerin elini güçlendirebilecek unsurlar içermektedir.
Ama hiç heveslenmesinler, bu işin başından itibaren söylediğimiz gibi Türkiye’nin havlu atmaya, Türkiye’nin fişi çekmeye niyeti yoktur. Türkiye ile AB arasındaki müzakereler bütün AB üyesi ülkelerin oybirliğiyle alınan bir kararla başlamıştır, bu süreci ancak ve ancak oybirliğiyle alınacak başka bir karar bitirebilir. Onun dışında bu tür raporlarla, raporların içine tanımadığımız ülkelerin veya birtakım grupların yerleştirmeye çalıştığı bizi inciteceği zannedilen cümlelerle, Türkiye’nin masadan kalmasını kimse beklemesin.
Ben sadece Bakanlığım döneminde değil, daha önceki görevlerim süresince de hep şu tespiti yaptım: Avrupa Birliği Türkiye’nin diyetisyeni gibidir ve ülkemizin daha dinamik bir yapıya kavuşması için gerekli reçeteyi bizlere sunmaktadır. Biz AB müktesebatını da ülkemizin daha sağlıklı, daha dinamik, daha şeffaf bir ülke olması için gerekli reçete olarak gördük.
Son dönemde diyetisyenin, yani AB’nin, beden sağlığının çok da iyi olmadığını söylüyor ama buna rağmen biz diyetisyenin kendisini değil reçetesini dikkate aldığımızı belirtiyorduk.
Ama bugün anlıyoruz ki diyetisyenin beden sağlığı kadar, ruh sağlığı da ciddi bir buhran içerisindedir ve bunun neticesinde Avrupa Birliği psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Bilindiği gibi, psikoloji bireyin kendinde bulunan kusurları başkalarında görme davranışını “yansıtma” olarak adlandırıyor.
Teşhis doğru olmazsa tedavi de doğru olmaz, bugün artık AB’nin kendi kusurlarını da görme vakti gelmiştir.
Ben Türkiye’de her şeyin mükemmel olduğunu iddia etmiyorum, birtakım sorunlarımız olabilir. Ama AB üyesi ülkelerle ilgili İlerleme Raporları yayımlayacak olsak, o raporlarda bugün yayımlanan rapordan çok daha vahim neticeler çıkacağını da özellikle vurgulamak isterim.
Bugün AB üyesi ülkelerin, milyonlarca insanın yaşadığı büyük şehirlerinde toplumsal talebe rağmen cami yapımına hala izin verilmemektedir. Bazı AB üyesi ülkelerde derneklerin, vakıfların, sivil toplum kuruluşlarının isimlerinde Türkiye’nin adının geçmesine tahammül edilememektedir. Bazı AB üyesi ülkelerin liderleri kendi Roman vatandaşlarını vagonlara doldurup sınır dışı etme fikrini ortaya atma cüretini göstermiştir.
Avrupa Birliği’nin şu anda ekonomik kriz nedeniyle çok ciddi bir bunalım içinde olduğunu tespit etmek çok da haksız bir yaklaşım tarzı olmayacaktır. Eğer AB üyesi ülkeler ve Komisyon talep ederse biz de onlarla ilgili bir İlerleme Raporu yayınlayarak, sorunlarına ayna tutabiliriz.
Ancak bizim yayımlayacağımız rapor onlarınkinden çok daha objektif olacaktır.
Rapor yayımlanmadan önce yaşadığımız endişeler maalesef bizi haklı çıkarmış, uyarılarımıza rağmen Avrupa Birliği Türk halkı nezdinde güvenilirliğini bir kez daha zedeleme konusunda bilinçli bir tercih içerisindeymiş gibi davranmıştır.
Türkiye’deki bazı ideolojik grupların ve sadece Hükümetimize muhalefet etmek için kurulan bazı tezgâhların sunduğu bilgilerin ve belgelerin maalesef hiçbir süzgeçten geçirilmeden İlerleme Raporu’na konduğunu görüyoruz.
Avrupa Birliği kendisine yanlış kılavuzlar seçmiştir.
Avrupa Birliği’nin kılavuzları ne kadar yanlışsa, pusulası da o derece bozuktur ve bozuk pusula Avrupa Birliği’ni yanlış bir yola sevk etmektedir.
Kıbrıs’taki yarım ada devletin sözde Dönem Başkanlığını kullanarak Türkiye üzerinden siyaset yapmasını hiçbir şekilde kabul etmeyeceğimizi burada bir kez daha vurgulamak istiyorum. Birçok alanda ilerleme kaydedemeyen AB’nin, Türkiye’nin kaydettiği ilerlemeyi büyük oranda göz ardı etmesi anlaşılır bir durum değildir.
Bugün hamdolsun daha müzakere süreci devam ederken AB üyesi birçok ülkeden ileri noktadayız, inşallah bundan sonra da hep birlikte daha ileri noktaları yakalayacağız.
Şunu ben gönül rahatlığıyla ve altını çizerek ifade etmek istiyorum. Bugün Avrupa’da AK Parti Hükümeti kadar reformcu, değişim ve dönüşümden yana kararlı bir irade ortaya koyan başka bir Hükümet yoktur.
Avrupa Birliği’ni sadece aynı coğrafyayı, aynı inancı, aynı kültürü paylaşan tekdüze, tek tip bir oluşum olarak görmek Avrupa Birliği’nin kuruluş felsefesine ve ruhuna aykırı bir anlayıştır.
Bu tektipçi yaklaşımların Türkiye’yi olduğu gibi, Avrupa’yı da yıllar boyunca nasıl bir karanlığın içine sürüklediğini unutmamak gerekir.
Avrupa Birliği bu tektipçi yaklaşımlara bir meydan okuma olarak ortaya çıkan, farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabileceği iddiasını savunan çok kıymetli bir barış projesidir.
Ama maalesef bugün Avrupa Birliği’nin bu iddiadan uzaklaşma eğilimleri gösterdiğine üzülerek şahit oluyoruz.
Adalet ve hakkaniyetten uzaklaşan, gerçeklere gözlerini kapayan, barış, demokrasi ve özgürlük çağrılarına kulaklarını tıkayan bir Avrupa Birliği insanlığa umut veren değil, dünyayı endişeye sevk eden bir Avrupa Birliği’dir.
Demokrasi ve özgürlükler konusunda tutarlı olmasını beklediğimiz Avrupa Birliği, bugün adil ve objektif yaklaşımlardan uzaklaşma konusunda bir tutarlılık içerisine girmiştir.
Bilinçli ve kasıtlı şekilde Türkiye’ye atfedilmeye çalışılan bu sorunun esasen öncelikli muhatabı Avrupa Birliği’nin kendisidir.
Avrupa Birliği, Türk kamuoyunun kendisinin tutarsız politikalarına verdiği tepkiyi iyi okumalı, bu güvensizliği giderecek adımları atarak kendi belge ve ilkelerini hatırlamak suretiyle gerekeni yapmalıdır.
Başta ifade ettiğim gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği entegrasyon sürecini başlatan kararı, tarihinin belki de en cesur, en doğru, en stratejik adımıydı. Biz bunu bugün dahi bütün özgüvenimizle dile getirmekten çekinmiyoruz.
Ama şunu da unutmamaları gerekir ki Türkiye’yi bu projenin bir parçası olarak benimsemek Avrupa Birliği için de tarihi ve stratejik bir karardı.
Bugün Türkiye Avrupa Birliği için tarihte hiç olmadığı kadar stratejik önemdedir ve AB ailesinin huzuru için Türkiye’nin katkıları elzemdir.
Türkiye ile müzakerelere başlama kararının arkasında bütün AB üyesi ülkelerin imzası bulunduğu çok çabuk unutuldu?
İmza bir ülkenin onurudur, şerefidir, namusudur.
Attığı imzanın arkasında durmayanlar Avrupa Birliği’nin güvenilirliğini zedelerken kendi ülkelerinin onurlarını da ayaklar altına aldıklarının farkına varmalıdır.
Daha attığı imzanın arkasında duracak dirayete sahip olamayanların
Avrupa Birliği’ne ne gibi katkıları olabileceğini de özellikle Avrupa kamuoyunun takdirine bırakıyorum.
Avrupa Birliği kendi istikbalini belirli mihrakların desteğine değil, kuruluş ilkelerinin muhafaza edilmesine endekslediği sürece varlığını koruyabilir ve uluslararası siyasette bir aktör haline gelebilir.
Türkiye’nin AB’ye olan ihtiyacı her geçen gün azalırken, AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacının arttığını biz değil uluslararası kuruluşların rakamları söylüyor.
Türkiye için Kopenhag Kriterleri yoksa Ankara Kriterleri var… Maastricht Kriterleri yoksa İstanbul Kriterleri var… Ama Avrupa Birliği için ne Ankara’nın, ne İstanbul’un, ne Konya’nın ne Edirne’nin alternatifi var.
O halde tren kaçmadan Avrupa Birliği’nin tam da silkelenip kendi değerlerini ivedilikle hatırlaması ve hatırlatması hayati derecede önem taşıyor.
Biz yine de bütün sabrımızla treni rayda tutmanın mücadelesini vermeye ve en azından İrlanda Dönem Başkanlığı için hazırlıklarımızı sürdürmeye devam edeceğiz.
Biz hayal kırıklıklarına, çifte standartlara, verilip de tutulmayan sözlere maruz kalmadığımız, ülkemizin ileri demokrasi perspektifini teşvik eden bir Avrupa Birliği içerisinde olmak istiyoruz.
Komisyonun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Sayın Füle’nin bugün bir gazetemizde yer alan makalesinde de söylediği gibi…
“Ne bizi birleştiren hususlar unutulmalı ne de mevcut sorunların bunu gölgelemesine müsaade edilmeli.”
Nitekim Komiser Füle, dün yaptığı açıklamada “kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz” diyerek müzakere sürecinin tıkanmasında ve özellikle “enerji” ve “yargı ve temel haklar” fasıllarının açılmamasında sorumluluğun AB tarafında ve özellikle bazı üye ülkelerde olduğunu itiraf etmiştir.
Biz yarından itibaren Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde yeni bir sayfa açıp İrlanda Dönem Başkanlığı’na hazırlanıp, inşallah Türkiye’nin demokratikleşme sürecine, Türkiye’nin şeffaflaşma sürecine, Türkiye’nin zenginleşme sürecine kaldığımız yerden devam etme kararlığındayız. Bizim sloganımız bellidir “Durmak Yok, Reformlara Devam”.