Türkiye’nin uzun soluklu Avrupalılaşma yolculuğu iniş ve çıkışlarla dolu. Ancak Türkiye’nin AB adaylığı hiçbir zaman şimdikinden daha ümitsiz bir hale gelmemişti. Başlardaki olumlu havaya rağmen süreç 2008 yılında büyük ölçüde Kıbrıs meselesiyle ilgili olarak durakladı. Süreç boyunca açılan 12 AB üyelik faslından sadece bir tanesi kapatıldı; kalanları ise çeşitli üye ülkeler tarafından bloke edildi. AB Komisyonu’nun 2011 yılında Türkiye’nin katılım süreciyle ilgili olarak olumlu bir gündem önermiş olmasına rağmen süreç, kısa bir süre sonra Avrupa ülkelerinde yaşanan genişleme ve ekonomik krizin getirdiği yorgunluktan dolayı durakladı. 2015 yılında Avrupa Komisyonu, göç dalgasının iyice büyümesinin ardından yeni bir fasıl açarak Türkiye’nin katılım sürecine canlandırıcı bir katkı sunmuş oldu. Ancak Avrupa Parlamentosu 2016 yılında, olağanüstü halden geçen Türkiye’nin “Orantısız derecede baskıcı tedbirler” aldığını öne sürerek AB üyelik müzakerelerini geçici olarak dondurma kararı aldı.
Hükümet yanlısı mitingler, Hollanda’nın verdiği aşırı tepkiler ve Ankara’nın Nazizm eleştirileriyle ilgili olarak Türkiye’yle bazı Avrupa ülkelerinin arasındaki uçurumun genişlemesi, Türkiye-AB ilişkilerinde kimsenin işine yaramayan yeni bir tıkanma sürecini tetikledi.
AB’nin Türkiye için taşıdığı araçsal önemin azalmasına ek olarak, Avrupa ideali de son senelerde Avrupa ülkelerinin yabancı düşmanlığına, İslamofobiye ve göç-karşıtı duygulara saplanmasıyla birlikte iyice zayıfladı. Bütün bunlar da bir şekilde Türkiye’yle ilişkilendiriliyor ve Türkiye’nin bloğa kabul süreci üstünden tartışılıyor. Üstelik bazı Avrupa ülkeleri, Arap baharından göç krizine uzanan bir yelpazede gerçekleşen krizlerin akabinde, Avrupa değerlerini muhafaza etme konusunda başarısız oldu.
Türkiye’nin kendi içişleriyle ilgili olarak Avrupa’nın 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen başarısız darbe girişimine gösterdiği zayıf ve belirsiz tepkiler de Türk siyaset yapıcılarının nezdinde çok rahatsız edici bulundu.
Son olarak Türkiye’nin reform gündemi -AB’nin de bir kurum olarak kurumsallıktan uzaklaşma sürecine girdiği bir zamanda- dahili iktidar mücadeleleri ve siyasi belirsizlikler yüzünden duraksadı.
Terör örgütlerinden kaynaklanan çeşitli tehditlerle, başarısız bir darbe girişimiyle, Suriye’de süregiden savaşla, ekonomik ve siyasi güçlüklerle ve kısa bir süre içinde yaşanan seçimlerle karşı karşıya kalan Türkiye’nin iç siyasetinde, daha fazla demokratikleşme ve siyasi reformlar konusu, gündemdeki önem sıralamasında gerilere düştü.
AB’nin ‘ötekisi’ Türkiye mi, yoksa aşırı milliyetçilik mi?
AB-Türkiye ilişkilerindeki mevcut ikilem, bilinmeyen bir faktörün neticesi değil: Hem AB’nin kendi iç dönüşümüyle hem de Türkiye’ye dair uzun süredir sahip olduğu algıyla doğrudan bağlantılı karmaşık bir yapboz var önümüzde.
Birincisi, Avrupa dış politika algısı, Türkiye’yi tarihsel olarak arka bahçesindeki ‘öteki’ olarak konumlandırmıştır. Bu tutumun bu haliyle görünürlüğü 90’ların sonuyla 2000’lerin başındaki olumlu ilişkiler sayesinde büyük ölçüde gizlenmiş olsa da, Türkiye’nin iyice itilmesi suretiyle AB değerlerinin yeniden desteklenip teşvik edilmesi konusu, bazı AB liderlerinin söylemlerine son on senede yeniden hâkim oldu.
Daha geniş bir açıdan bakacak olursak, bütün dünyada gerçekleşen küresel ve bölgesel krizler Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkiledi ve AB’nin Türkiye’yi siyasi ‘öteki’ olarak konumlandırmak için ihtiyaç duyduğu yeni çerçeve için de gereken zemini hazırladı. Ancak bu ‘öteki’ yapbozundaki diğer parça, Avrupa’nın büyük bir hızla, geri dönüşü olmayan bir şekilde aşırı milliyetçiliğe doğru ilerliyor olduğu gerçeği.
Burada dikkati en çok çeken husus, Avrupa’daki aşırı milliyetçi partilerin yükselişinin (Fransa’da Ulusal Cephe, Almanya’da Almanya için Alternatif, Hollanda’da Özgürlük Partisi) AB’nin tutarlı bir oyuncu olarak davranmasına engel oluşu; tıpkı sahnede aynı anda birden çok AB aktörü bırakan Brexit meselesinde görüldüğü gibi.
AB ile tarihi kurumsal ilişkiler kuran ülkeler, artık kendi içlerinde aşırı milliyetçi söylemlere doğru çeşitli kaymalar yaşayan aktörlerle ayrı ayrı uğraşmak zorunda. AB-Türkiye ilişkilerine etki eden bu aşırı milliyetçi unsur, ‘öteki’ algısını hükümetler arası bir hadise olmaktan çıkararak AB ülkeleri ve Türkiye arasında toplumlar arası bir ötekiliğe dönüştürüyor.
AB ve Türkiye arasında vaktiyle ilerlemekte olan ilişkiden geriye kalan şey ise her iki tarafın da büyük ölçüde çıkarlarına ters, gevşek, kurumsallıktan uzaklaşmış bir iletişim ağı.
AB-Türkiye ilişkilerini rasyonelleştirmek artık uzak bir ihtimal mi?
Avrupa ve Türkiye arasında son dönemde yaşanan kriz, Avrupa’nın AK Parti karşıtı duygularının da ötesine uzanıyor. Bu kriz, hem toplumsal seviyede hem de hükümet düzeyini de içine alan geniş bir eğilimin parçası olarak tezahür ediyor ve sadece siyaset arenasında cereyan etmenin ötesine taşınmış durumda.
Gerçekten de AB-Türkiye ilişkileri, içinde bulunduğu vaziyet itibariyle sürdürülebilir olmaktan uzak bir halde. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkılması suretiyle Türkiye-AB ilişkilerinin ekseninin belirsiz hale getirilmesi, seçimlerin eşiğindeki bazı Avrupa başkentleri için daha işlevsel, daha faydalı olması muhtemel bir adım.
Bugün geçmişten farklı olan durum, bugünün AB’sinin 2000’lerin başındaki AB’nin aynısı olmadığı gerçeğidir. Ancak Avrupa’daki bu ‘değişimin’, AB’nin birliğini ve demokratik itibarını sürdürme konusunda ortaya olumlu bir etki koyması muhtemel değil.
Mülteci krizi ve son zamanlarda birçok Avrupa hükümetinde aşırı milliyetçi seslerin yükselmesi, AB’nin kendisini, değişmekte olan dahili, bölgesel ve küresel şartlara adapte etme kapasitenin ve kabiliyetinin olmadığını ifşa etmiş ve benzersiz bir aktör olarak kapısının önünde yükselmekte olan krizlere karşılık vermedeki başarısızlığını göstermiştir.
Mülteci anlaşması ve geçtiğimiz günlerde yaşanan Hollanda krizi kadar, AB Komisyonu ve bazı AB üyesi ülkelerin bu diplomatik skandala verdiği tepkilerden de tetiklenmiş olan AB-Türkiye ilişkilerindeki mevcut çıkmaz, AB-Türkiye ilişkilerinin kurumsallıktan kopma ve öznellik safhasına girmiş olduğunun ispatı.
AB liderlerinin, bloğun gerçek Truva atının Türkiye değil, yükselmekte olan aşırı milliyetçiliğin etkisindeki AB’nin bizzat kendi hoşgörüsüzlüğü olduğunu tespit etmek için zamana ihtiyaçları var gibi görünüyor.
Son olarak, Türkiye ve AB bir işbirliği temelinde ilişkilerini gözden geçirip tamir edebilirlerse bu durum, sadece bölgesel ve küresel buhranların atlatılmasına değil, iyice zayıflamakta olan enternasyonalizmin yeniden canlanmasına da hizmet ederek her iki tarafın çıkarına olur.
Türkiye ve AB’nin, kendi iyilikleri için, bu problemleri geride bırakıp makul bir ortak zemin bulmanın başka yollarını aramaları acil bir zorunluluk arz ediyor.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu