“Acımak”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Günler, haftalar yoğun geçiyor. İtiraf edeyim, bazen sürekli ders çalışmaktan, eğitimlere hazırlanmaktan gına geliyor. Öyle zamanlarda psikoloji kitaplarının kasvetinden kaçıp Türk Edebiyatının zarafetine sığınıyorum. Bu gece pek uyku tutmadı, rüyalar yordu. Oluyor öyle bazen. Ben de yaz tatilinde aldığım Türk Edebiyatı klasiklerinden en ince olanını seçip okuyayım dedim. Bahtıma Reşat Nuri Güntekin’in «Acımak » eseri çıktı. Başladım okumaya… Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Ortalama yüzelli sayfalık romanı bir çırpıda bitirdim. Tabi sadeleştirilmiş Türkçeyle okudum. Eserin orijinali Osmanlıca ve ben maalesef Osmanlıca bilmiyorum (yazıklar oldu şu anda 🥲)

Bilirsiniz kimi yürekler taş kesilir, bir damla gözyaşı dökemez… İşte Acımak, katılaşmış bir kalbin, kapkara bir sandığa hapsettiği merhamet duygusuyla tekrar tanışmasının hikayesidir. Belki biraz geç oldu ama güç olmasın tadıyla, ana temamız, merhamet ve acıma duygusu. Ve Üstad bunu büyük bir incelikle işlemiş.

Romanı merak edip okumak isteyenler yazımın devamını okumayabilir. Yok eğer «ben bu kitabı almam da okumam da, Cemile hanımın da eşsiiiizz kalemini okumaktan keyif alıyorum» derseniz buyrun devamı (çok da mütevaziyizdir 😊)

Romanımız, çok disiplinli ve soğukkanlı, duyguları tamamen bastırılmış, adeta bir görev insanı olan okul müfettişi Zehra’nın, geçmişle yüzleşmesini konu alıyor. Zehra, baba travmasi olan bir kadın. Yıllar boyunca babasına karşı nefret beslemiş, onu merhametsiz biri olarak görmüş. Annesinin acı dolu gözleri, yoksulluk içinde geçen çocukluğu ve babasının ilgisizliği onu bu soğukluğa mahkûm etmiş. Ancak babasının ölüm haberini aldığında, geriye sadece bir sandık dolusu hatıra ve bir defter kalıyor.
Ve başlıyor babasının günlüğünü okumaya…

Mürşit Efendi’nin günlüğünü okudukça, hayatın ona oynadığı oyunun farkına varıyor. Yıllarca nefret ettiği adamın aslında fedakâr bir baba olduğunu, ailesini korumak için çok büyük acılara göğüs gerdiğini öğreniyor. Ve o an, Zehra’nın yüreğinde saklı tuttuğu o kilitli sandık açılıyor… Taş duvarları çatırdamaya başlıyor. Çünkü o güne dek hiç tatmadığı bir duyguyla tanışıyor: Acımak…

Beni en çok etkileyen mesele ise, Üstad Reşat Nuri’nin, merhametin sadece bir nimet değil, aynı zamanda insanın belki de en zor imtihanı olduğunu anlatmasıydı… Merhamet etmek… Sizce nimet mi ? İmtihan mı ? Acıma duygusu nasıl sınava dönüşebilir? Aklımda deli sorular 😊

Ayrıca, toplum içinde çok yaygın olan yargısız infaz konusuna da değiniyor. Bir insanın yargılanmadan önce anlaşılması gerektiğini, görünenden çok daha derin gerçeklerin olabileceğini hatırlatıyor.

Gelelim Zehra’nın babası Mürşit Efendi’ye… Ailesini büyük bir borç batağından kurtarmak için elinden geleni yapmış, onlara zarar gelmesin diye kendini feda etmiş esasında. Maddi sıkıntılar içinde boğuşurken bile ailesinin onurunu korumak için çabalamış, fakat bu süreçte yanlış anlaşılmış ve kızının gözünde merhametsiz bir adam olarak kalmış.
Zehra gerçekleri ögrendikçe, vicdan azabı duymaya başlıyor ve hakikatlerin yükü altında eziliyor. Aslında psikolojide sıkça kullandığımız Farkındalık kapısını aralıyor ve iç dünyası tamamen değişiyor.

Bir gece baba aç karnına uyumaya çalışırken, günlügüne yazdığı şu satırlar ciğer böbrek bırakmadı bende : “Kızımın defterine yeni bir kap kâğıt alamadım bugün. Annesi, gözlerime bakarak hiçbir şey söylemeden içini çekti. Elimden gelseydi de dünyaları önüne serseydim. Oysa o, beni duygusuz, merhametsiz sanıyor. Belki de en büyük hatam, sevgimi göstermeyi becerememekti. İnsan, en çok sevdiği tarafından anlaşılmadığında yıkılır…”

İnsan bazen hayatın zorluklarını tek başına göğüslemeye çalışırken, kaskatı kesiliyor. Psikolojik sağlamlığı için, dayanma gücünü kaybetmemek için gaddar birine dönüşebiliyor. Doğrudur demiyorum, haklı da bulmuyorum ama insan işte … Tasvip etmemekle birlikte anlayabiliyorum. Bu da benim lanetim sanırım. Herkesi anlayabilmek ne zor. Oysa ki nefret et, öfke duy, yargıla ve çık işin içinden. Oh mis tertemiz.

Hadi size beni etkileyen en vurucu parağrafı paylaşayım. Günlükte geçiyor ve romanın ana konusunu çarpıcı şekilde yansıtıyor : “İnsanları suçlamadan önce, onların acılarını bilmek gerekir. Belki de merhamet, en büyük hakikati görebilme yetisidir. Acımak, zayıflık değil, insan olmanın ta kendisidir.”

Zehra tam da bu cümleyi okuduktan sonra değişmeye başlıyor. Hayatı boyunca sert bir insan olmayı seçmiş, “acıma” duygusunu bir zayıflık olarak görmüş. Oysa şimdi, merhametin insanı insan yapan en büyük değer olduğunu fark ediyor.

Az önce bir soru sormuştum ya. Merhamet, nimet mi ? Yoksa imtihan mı ? diye. Her ikisi de, diyebilir miyiz ? İnsan olmak için ve insanlarla bir arada yaşamak için, onların duygularını hissetmeye ve merhamet etmeye ihtiyacın vardır. Bu açıdan merhamet şahane bir nimettir. Fakat merhametli olduğunda da, herkesi anlamaya ve hakikatlerle yüzleşmeye başlarsın. Nefsine yenik düşüp öfkene kapılmak yerine insanları anlamaya başlarsın. Bu da her babayiğidin harcı değildir, büyük imtihandır vesselam… Bizim mesleğin en zor yanı da diyebilirim.

Üstad Reşat Nuri’yi eleştirmek ne haddimize. Eline yüreğine sağlık. Meslekî dafaarmasyon diyelim 😊 ve naçizane minik bir yorum ekleyelim.

Bence insan önce kendine acımayı bilmeli. Kendine merhamet etmeyen, başkalarına da merhamet etmez zira. Belki de Zehra katılamış kalbiyle, gaddar duruşuyla sadece etrafındakilere değil, herkesten önce kendine zulmetti…

Herkesin birbirini hunharca yargılayıp infaz ettiği, kendi gibi olmayanı dışladığı, linç kültürünün kol gezdiği bir zamanda, “Acımak” ne iyi geldi.

Kırık kalplerimize merhamet diliyorum…❤️

Cemile Tetik 💐

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir