Covid-19 zamanında dünya hızla değişmesiyle halklar için nadir görülmüş yakınlaşma fırsatları meydana geldi ama aynı zamanda mevcut itilafların pekiştirme ihtimalı da var.
Nitekim, bir yandan resmi açıklamalara muhalifler kimseyi ayırt etmeyen yekpare bir meydan okumaya karşı karşıya olduklarını anladılar öte yandan ekonomik yanından dolayı birkaç uluslararası gerginlikler boyut aldı artı bir takım hükümetlerin dış baskılardan serbest bırakılmak arzusu var.
Maalesef nüfusun göz ardılemez bir kısım “geleneksel” parti ve medyaların etkisinin altındadır. Böylelikle, aynı zamanda NATO’lu Batıda ve daha kesin olarak Batı Avrupada Türkiye, İran veya Pakistan gibi “müslüman” devletleri hedefleyen aşırı sağcı hareketlerin kuvvetlenmesini gözlemleniyor, ilginç olan Suudi Arabistan veya Mısır makbul addediliyor.
Bu olgunun arka planında ABD’li nin yeni muhafazakarlar’ın “medeniyetler çatışması” gibi eski ve eğri teorilerin devamını gözleniyor, daha yakın olan Fransız “büyük ikame” iddiası ortaya çıktı.
Bu makalenin konusu “Batı”nın ve “Doğu”nun ilişkileri üzerine tarihsel, felsefi ve siyasi alanlarda bir çalışmadır.
Araştırmalar ve bilimsel verilere göre Avrupanın kökeni Akdenizin doğu kıyısına dayandığını tespit edildi ve kıtaların sınırları çoğu zaman siyasi hesaplarla göre çiziliyor .
Örneğin israilin eski başbakanı Benyamin Netanyahou’ya göre Orta Doğu Fas’tan Pakistan’a bir coğrafya kapsadığını ileri sürüyor (!)
Teknik olarak, bu iki yönlerin aradaki farkı orta bir çizgiden yapılmalıdır, böylece bir « Yunan merkezcilik » ortaya çıkıyor. Milattan önce 3üncü asırda bu ayrım Büyük İskender’ın fethileriyle ortadan kaldırılmıştı ve haritalar birleşmişti
Siyasi olarak, dünyayı hükmettiğini düşündüğünu hükümdarlar bu orta çizgiyi belirliyordu, Emevi ve Abbasi gibi Arap imparatorluklar ve devamını olan Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları bu Yunan merkezciliğe geri itti ve “Avrupa merkezciliği” nin önünü açıldı.
Ortak bir tarih
Gelelim şimdi bu iki dünyaların bin yıldan fazlaya dayanan etkileşimlere.
İlk Önce Avrupa (Europe) isminin tarihçesini inceleyelim, antik Yunan tarihsinde Europe Tanrıların kralı Zeus’ün Tyr‘den (mevcut Suriye-Lübnan bölgesi) gelen bir prenses ile olduğu bir kızıdır. Böylece görebiliyoruz ki geçmiş çağlardaki Yunanların Orta Doğu ile ilişkileri güçlüydü, fakat dönemin İran istilalardan sonra Anadoluya ve Pers imparatorluğun coğrafyasına Asia denilmeye başlandı.
Kendi yazılarında, antik Yunanlar Mısır’a ve Fenike’ye borçlarını itiraf etmiştiler, hatta rahmetli İngiliz doçent Martin Bernal’e göre Yunanistan onların bir yerleşimiydi, maalesef bu miras 18nci asırda batılı tarihçileri tarafından sorgulandı.
Nitekim Fenike alfabeti milattan önce 1800 ile 1600 arası Yunanistana getirildi ve 1000 yıl sonra İtalya’nın Güneyine ihraç edildi, milattan önce 6ncı asırından sonra matematik ve felsefe alanında bilimler Pisagor ve Tales’in aracılığıyla Mısırdan getirildi. Hatırlatalım ki onlar Anadolu kökenli bilim adamlardı.
Helenistik döneminde (milattan önce 4ncü ile 1nci Asırlar arası) bu Yunan-Mısır geleneği sürdürüldü, Plotin gibi filosoflar ve Eudoxe, Callipe ve Erathostène gibi astronomlar bunu temsil ediyordu.
Akabinde Romalı dönemi geliyor ve milattan sonra 4ncü asıra kadar Mısır’ın, Babil’in ve Yunanlar’ın biliminden yararlandı, o tarihte Roma imparatorluğu hıristyanlığı kabul etmişti.
Bir takım tarihçiler için bu tarihten sonra “Romalı Avrupa”’sı için “karanlık çağlar” başlamıştı , nitekim asırlar boyunca bilim bastırıldı.
İslam’ın doğuşu
Tam bu ortamda her alanda verimli olan İslam milattan 7nci asırda ortaya çıktı. İlk müslüman impartorluklarda İran’ın Jundê-Shâpur , Kuzey Irak’ın Harran ve Mısır’ın İskenderun akademileri bulunuyordu. Antik çağın sonu bilim adamlar için barınaktı ve Yunanca ve Süryaniceden eserleri Arapçaya çevirdiler. Bu bilim Abbasi döneminde Beyt’ül Hikmet (hikmetler evi)’nde Moğollar tarafından imha edilene kadar emanet edildi.
Bu bilimleri sadece toplamamıştılar, aynı zamanda Arap-müslüman halklar sürdürücüleri oldular.
Nitekim, Batı bilimsel metot ve fizik bilimleri için temelleri atan Ibn Al Haytham’ın çalışmalara borçlular.
Bağdat’ta 850’de vefat eden Muhammad Ibn Mûsâ al-Khuwârizmî calışmaları cebir (matematik) için cok mühim oldu. Hintlerden sıfır rakamı, negatif rakamları ve desimalları ödunç almasıyla dünya bilimlere katkısı olan bölgeleri görebiliyoruz.
Tıb alanında, « Al-Tasrif liman Aegiza an al-Talif »’ı (tıp metodun kitabı) yazan al-Zahrawi’yi (936-1013) örnek verebiliriz, bu yapıt 18nci asıra kadar Avrupada tıp ve cerrahlık alanında referanstı. Ibn Sina’yı unutmayalım, yazdığı Qanûn isimli tıp eseri orta cağ Avrupa tıbına 11nci asırdan 18ncı asıra kadar derin bir iz bırakmıştı .
Arap katkısı Endülüs (bugünmkü İspanya) kökenli bilge ve yazar İbn Tufayl ile bitirelim, 12nci asırda yazdığı eserleri Aydınlanma çağın önde gelen John Locke ve Kant’ı Tabula rasa kavramıyla etkilemişti.
Böylelikle Helenistik bilimleri Arap doğudan Avrupaya Endülüs’ten yol alıp kesintisiz aktarıldığını gözlemliyoruz, ezoterik olarak haç seferler sırasında tapınak şövalyeler ile ve Ermenistan’a dayanan Katarlar aracılığıyla bilgiler aktarıldığını söyleyebiliriz.
1453 büyük bir kopukluğun yılı
Osmanlı padişah Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul fethisi hıristyan dünyasında büyük bir garez yarattı ve dolayısıyla müslüman bilimlerden uzaklaşmaya başlamışlar, örneğin İbn Sina’nın eserleri kenara ittiler.
Kendileri Bizans imparatorluğun varisleri gördükleri ve fethedilen halkları kendi bürokrasiye ekledikleri halde, bu garez Avrupalı hükümdarları kendilerine bağladıkları Truvalıları inkar etmeye başladılar.
Toprak ve egemenlik kaybı kabul etmek elbette zordur ama bunu sağduyu ile yorumlamak gerekir, mühim olan fethedilen halkların haysiyetin korunması ve adaletin uygulanmasıdır. Devşirmeyi örnek vererek yerli tarihçiler Osmanlıyı eleştiriyorlar ama hatırlatmak gerekir ki Bizanslılar her daim vatandaşlarına iyi davranmamışlar, servage denilen yarı-kölelik sistemi ve Ermenilere ve çeşitli mezheplere karşı yapılan zulümleri örnek verebiliriz. Bir çok Bizanslı tebaaları Osmanlıyı ve Selçukluyu kurtarıcı olarak ağırladılar. Orta çağ imparatorlukların dönemiydi, komşu toprakları fethetmek bir oyun veya bir spor gibi icra edildiyse fethedilmek tasavvur edilemezdi, havada öyle bir kibir vardı.
Ruslar ve Slavlar Hıristyan Avrupada tolere edildiyse, Osmanlılara hep kuşkuyla bakıldı.
Fakat bilimsel etkileşimler öncekileri gibi devam edildi.
Nitekim, bugünkü Özbekistan asıllı 15nci asırda yaşamış astronom Ulu Beğ uzun bir sürede İngilizlere yaramış eserler yazmıştı.
16ncı asırda yaşamış Damas asıllı Taqi ad-Din Muhammad ibn Ma’ruf’u hatırlayalım, çalışmaları buhar ile çalışan motorun icadı için büyük rol almıştı.
Aşılamanın atası olan “variolisasyon” İstanbulda Çinden Avrupaya aktarıldı. 18 asırda İnglizler bu yöntemi inceleyerek ABD’ya kadar ihraç ettiler.
19ncu asırda Osmanlı imparatorluğu Kırım savaşı sırasında “Avrupa konser” ine katıldı ve böylece vazgeçilmez bir aktör oldu. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1952 yılında Türkye NATO’ya katıldı ve 1963 yılında yeni doğan Avrupa Birliğin ortağı oldu.
Soğuk Savaş ve Berlin duvarın çöküşü
Birinci dünya savaşından sonra Turkiye, İran ve Suudi Arabistan hariç müslüman dünyası Avrupa güçleri tarafından yönetildi. İkinci dünya savaşından ve 60 yıllardan sonra müslüman ulus-devletler egemenliklerine kavuştular, bazıları itilafta olan bloklara katıldı bazılar bağlantısızları hareketine katıldı.
Bu devletlerin bir çoğu laik anayasaları ve kurumları inşa ettiler, halen de öyle ve teokrasiler nadirdir. Müslüman kardeşlerin siyasi İslam Washington ile ilişkilerin yüzünden bastırılmıştı.
Küreselleşme devam ediyordu ve işbirlikler çoğalıyordu, 1991’de SSCB’nin cöküşü neoliberal kapitalizmin zaferini müjdeliyordu. Maalesef barış uzun sürmedi, aynı sene körfez savaşı başlıyordu ve 1996 yılında Samuel Huntington “medeniyetler çatışması ve dünya düzeninin yeniden yapılması” kitabını yaydı. Böylece “terörizmle mücadelesi” nin temelleri atıldı, İslamofobik Bernard Lewis’ten ilham almıştı, söz konusu şahıs İslamın ve müslüman dünyanın selefilik ve vahhabilik ile karıştırlmasını teşvik etmişti. Bu sapkın akım ABD emriyle müslüman kardeşler ve Arabistan tarafından SSCB’yi zayıflatmak için yayılmıştı.
2000 yıllar WTC’ye karşı yapılan saldırılar ile başlamışti, akabinde dünya çapında suikastler yapıldı böylece yaygın bir psikoz yaratıldı ve ne yazık ki bunu yatıştırmak için çabalar az oldu.
Yine de müslüman denilen bir çok devletlerin Batı ile ilişkileri sürdürüldü, bu ABD’nin yeni muhafazakarların hasmane müslüman bir dünyanın iddiaları çürütüyor.
İslamofobinin en son zuhuru “Erdoğanofobi”dir, yürüttüğü pragmatik küresellciliği, müslüman ülkelerle dayanışması ve turancılık bir çok devletlere hegemonya kaybı kaygısı yaratıyor. Günahları olabilir ama eleştiren siyasetçiler kusursuz olması da gerekir.
Sonuç
Umarız bu çalışma birkaç kişi aydınlatmıştır.
Batı-Doğu inşası eskilendiğini ve 2021’de güncellenmesini gerektiğini çıkarabiliyoruz, ayrıca İslam dünyasını siyasal İslamla ve radikallık ile karıştırılmasına karşı mücadelesi toplumun refahı için ve Amerikali aşırı sağın yarattığı yaraları iyileştirmek için devam ettirmek gerekiyor.
Hepimiz belli bir zamanda birinin batılısı veya doğuluyusu olabiliyoruz ama unutmamalıdır ki hepimiz aynı “rüzgargülü” kullanıyoruz.
Özler Atalay Yüksekoğlu