“Ne cin kaldı ne de peri”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Günlerden bir gün Abdullah müftüoğlu (gerçek adıyla Şevki Yılmaz) Brüksel’deki Milli Görüş merkezini arıyor;
– Alo! ben Abdullah Müftüoğlu.
– Buyurun Hocam.
– Sizden bir ricâm var. Eğer ilgilenirseniz çok memnun olurum.
– Ne demek Hocam. Eğer yapabileceğimiz bir işse hay hay!
– Benim bir yeğenim var, şimdi yanımızda. Köln’de. Kendisi gemilerde tayfa olarak çalışıyor ama kısa bir müddet beklemesi gerekecekmiş. Sizin orası müsaittir diye düşündüm. Ne dersiniz?
– Ne demek Hocam elbette ilgileniriz. İnsan insana böyle zamanda lazım olur. Köln dediğiniz yer ne kadar ki. 2 saatlik yol.

Adam küt diye çıka geldi. Genç bir delikanlı. Karadeniz aksanı var, kısa boylu, sarışına yakın kumral, misâfir olurda hürmet edilmez mi? Ne de olsa Tanrı misâfiri. Hani, ekmek elden su gölden olunca kal da kal! Ranzada karyola sistemi olmadığı için altına katlanan bir sünger döşek, üstüne ise bir battaniye hepsi o kadar. Zaten o da mevcut.

Bizim Şevki Hoca’nın netâmeli ve karışık işleri meğer çokmuş. Lakin hem Genel Merkez Tanıtma Başkanı, hem de hatibi. Yenice meşhur olmuş, izzet itibar çok. Eh ne yaparsınız! Böyle bir adamın isteğini geri çeviremezdiniz.

İsmini unuttum ama kaldığı müddetçe bize yaşattıklarını hiç unutmadım. Yine bizim Doğan Hoca, misafirlerle ve onların bulaşıklarıyla en çok ilgilendiği gibi buna da en yakın olanımızdı. Ama misafirimizin durumu hiçte göründügü gibi değilmiş. Adam yiyip içip semizlenmeye başlayınca bizlere numara çekmeye, hatta hükmetmeye başladı.

Her yatsı namazından sonra lokale oturup çay sohbeti yapar, çok huzurlu bir ortam oluştururduk. Öyle ki, bu sohbet ortamlarına dışardan insanlar da katılır, Milli Görüş’ü tanır ve gönüllü faaliyetlerde bulunurlardı.

Bizim referanslı misafir, yatsı namazlarından çıkıp tam muhabbete koyulduğumuz zamanda bir tuhaf haller alır, oturduğu yerde gerilir, elini kolunu oynatır bizleri tedirgin ederdi. Güya anlattığına göre uzak ve karanlık deniz yolculuklarında o malum üç harfliler musallat olmuş. Akşamları aynı saatlerde gelir bunu rahatsız ederlermiş. Öyle acayip haller alırdı ki, biz bile çekinir ürperirdik. Ola ki, bizlere de dokunur diye.

Yine bir akşam, o malum misafirin o acayip halleri nüksetmiş. Her birimize hava atmaya başlamıştı. Yapacağımız çok şey yoktu. Ya gerçekten böyle bir şey varsa? O zaman tek çare tedavi ettirmekti. Yâni okutmaktı. Neyse biz yine idare edelim diye alttan alttan alırken, bizim Deli Doğan’ın zembereği boşalıverdi. Yine o kesik parmağını adama yönelterek, noktasız, virgülsüz durakasız saydırıyor, sallıyor ve arada sırada var gücüyle masaya vuruyordu. Misafirin başına çökmesine ramak kalmıştı ki, bizim cinlide ses soluk kesilmiş. Birden uslu maymuna dönmüştü. Ertesi günü bizim parmaksız Mücahidimiz geldiğinde hala öfkesi dinmemiş ama ortada ne cinden nede periden bir eser kalmıştı.

Anlaşılan o ki, ya adam bize numara çekiyordu ya da bizim Doğan’ın korkusundan ortada o görünmeyen varlıkların hepsi yokolmuştu. Ve bizim uyanık Şevki Hoca’nın başımıza bela gibi gönderdiği misafir böylece fazla tutunamayıp çekip gitmişti.

Hamdi Tabanlı

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.