Avrupa Parlamentosu seçimleri 23-26 Mayıs tarihleri arasında Avrupa Birliği üyesi 28 ülkede gerçekleştirildi. AB’nin son 25 yılda gördüğü en yüksek katılıma sahip seçiminde, 400 milyon seçmenin yüzde 50,95’i kendilerini temsil edecek vekilleri belirlemek üzere sandıklara gitti. Seçimlere halkın yüksek ilgisinin ardında mülteciler sorunu, iklim değişikliği, popülist partilerin söylemleri ve AB karşıtları ile AB yanlılarının birbirlerine üstün gelme çabalarının olduğu gözlemleniyor. Halkın bu sorunlara gösterdiği tepki, seçimlerde alınan sonuçları doğrudan etkiledi. Bu sorunları seçim kampanyaları sürecinde yeterince sahiplenemeyen büyük halk partileri kan kaybederken, bu sorunlardan bir ya da birkaçını doğrudan hedef alan partilerinse halkta yüksek karşılık gördükleri, seçimler sonunda ortaya çıktı.
İklim değişikliği konusuna doğrudan değinen Yeşiller birçok ülkede oylarını arttırırken, mülteci sorununa değinen aşırı sağ blok ve popülist partilerin de oylarını yükselttiği göze çarpıyor. Bununla beraber, İngiltere’de çözüme ulaştırılamayan Brexit sorununu doğrudan ele alan ve adını da bu doğrultuda “Brexit Partisi” olarak belirleyen Nigel Farage’ın partisinin konjonktürel sorunlara çare vaatleri de seçim sonuçlarını etkiledi. Buna karşılık, konjonktürel sorunlara yönelik çözüm önerileri sınırlı kalan Avrupa Halk Partisi ve Sosyal Demokratlar, uzun süre sonra Avrupa Parlamentosu’nda yeter çoğunluğu sağlayacak koltuk sayısı kendilerine verilmeyerek seçmen tarafından cezalandırıldılar.
Avrupa Parlamentosu ve siyasi gruplar
AB’nin yasama organı görevini icra eden Avrupa Parlamentosu’da 1979 yılından bu yana halkın seçtiği vekiller görev alıyor. Brüksel ve Strasburg’da toplanan Parlamento’nun idari birimleri Lüksemburg’da bulunuyor. Esasen AB Konseyi ile AB yasalarını onaylamak, diğer AB kurumlarına yönelik demokratik gözetimde bulunmak ve yine AB Konseyi’yle birlikte bütçeyi onaylamak görevleri bulunan Parlamento’ya, üye ülkelerden nüfuslarına oranla belirlenmiş sayıda vekil seçiliyor. Örneğin nüfusu en yüksek olan Almanya’dan 96 vekil seçilirken, nüfusu en düşük olan Malta, Lüksemburg, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Estonya’dan ise 6’şar vekil seçiliyor. Seçilen vekiller ülkelerini değil partilerini temsilen Parlamento’da yer alıyorlar; parti görüşleriyle uygun düşen fraksiyonlar içinde oturmaları da alışılagelen bir hal. Bu fraksiyonların parlamento içinde bir grup oluşturabilmeleri için, AB’ye üye ülkelerin dörtte birini temsilen, en az 25 vekil tarafından oluşturulmaları gerekiyor. Önceki dönemde sekiz farklı grup göze çarparken önümüzdeki dönemde (özellikle politikalardaki farklılık sebebiyle) bunlara yeni grupların da eklenmesi bekleniyor. Avrupa Parlamentosu seçimleri de bu fraksiyonların temsil ettikleri siyasi görüşler ve mevcut sorunlara bu görüşler doğrultusunda önerdikleri çözümler akılda tutularak okunduğunda anlam kazanıyor.
Avrupa Parlamentosu’nda ana akım görüşleri temsil eden merkez partiler Avrupa Halk Partisi (EPP) ve Sosyal Demokratlar (SD) gruplarını oluşturuyorlar. Bu iki grup daha önceki seçimlerde 751 vekilden 412’sini içlerinde bulundurarak AB yasa ve politikaları üzerinde doğrudan etkili olabiliyorlardı. Bu seçimlerde ise resmi olmayan sonuçlara göre iki grubun toplamda 325 civarı vekile sahip olacağı görülüyor. EPP sıralarında oturan Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) üyeleri ve SD sıralarında yer alan Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) vekillerinin önceki seçimlere oranla oy kaybı yaşaması ve Avrupa Parlamentosu’nda bulundukları grupların ağırlıklarını yitirmesi, Almanya’nın önümüzdeki dönem AB politikalarında eski gücüne sahip olup olamayacağı sorusunu gündeme getiriyor.
Buna karşılık Fransa’da Emmanuel Macron’un partisi En Marche (LREM) her ne kadar seçimlerden ikinci parti olarak çıkmış olsa da, AB destekçilerinin en önemli temsilcilerinden biri olarak Parlamento’da önemli bir rol sahibi olacaktır. Macron Avrupa’daki sorunları devletlerin değil AB’nin sorunları olarak ele alacak sınır-aşan politikaların izlenmesinden yana; hatta ulusal partilerin de ötesine geçilmesi gerektiği fikrini benimsiyor. Macron’un desteklediği ve önceki seçimlere kıyasla koltuk sayısını ilk verilere göre 40 kadar arttırarak 109 civarına taşıyan Avrupa Liberaller ve Demokratlar İttifakı (ALDE), yasaların Parlamento’da onaylanması adına önemli bir rol oynayacaktır. Bu durum önümüzdeki dönemde daha çoksesli bir Parlamento’nun ortaya çıkacağının ve Parlamento içi güçler dengesinde ise ikili değil üçlü (hatta daha fazla üyeli) ittifakların sinyallerini veriyor.
AB karşıtlığı ve popülist söylemler
AB’yi destekleyen ana-akım grupların karşısında ise başını mülteci karşıtlığıyla bilinen İtalyan Lega Nord Partisi’nden Matteo Salvini’nin çektiği, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde kurulmaya çalışılan bir aşırı sağ eğilimli cephenin olduğu görülüyor. Bu cephedeki tüm partilerin tek bir düzlemde buluşabildiklerini söylemek henüz zor olsa da, Fransa’da ilk sırayı alan Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN), Macaristan’da ilk sırayı alan Viktor Orban’ın partisi Fidesz ile Almanya’da özellikle iklim değişikliğine karşı tutumu nedeniyle eleştirilen ve beklediği başarıyı sağlayamayan Jörg Meuthen’in partisi Almanya İçin Alternatif’in (AfD) ileriki dönemde bu cephe içinde yer almaları bekleniyor. Aşırı sağ partilerin aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaları durumunda, yakın dönemde Avrupa Parlamentosu içerisindeki dördüncü (hatta üçüncü güç olmaları bile) mümkün. Gücü azalan ana gruplar karşısında rekabetçi hale gelecek olan aşırı sağ cephe için popülist, mülteci karşıtı söylemler kadar, (Macron’un görüşünün aksine) meselelerin AB ya da sınır-aşan boyutlarıyla değil de ulusal boyutta ele alınması gerektiğine dair söylemler de etkin olarak kullanılacaktır. Bu nedenle Brexit’in sonuçlarının AB üyesi ülkelerde yaşayan halklar üzerinde oluşturacağı etki, gelecek dönemde bu cephenin söylemlerine halkın nasıl karşılık vereceğini belirleyecektir.
Brexit ve ulusal egemenlik söylemi
Brexit ertesinde İtexit, Frexit, Grexit gibi birçok terim türetilirken İtalya’da Matteo Salvini’nin, Fransa’da ise Marine Le Pen’in seçimlerde birinci sırayı almaları, bu terimlerin popülist söylemler olarak daha fazla karşımıza çıkacağını gösteriyor. Yunanistan’da ise Aleksis Çipras’ın hükümetteki partisi SYRIZA’nın muhalefet karşısında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aldığı yenilgi, Çipras’ın erken seçim kararı almasına sebep olurken, muhafazakarların birçok Avrupa ülkesinde tabanı olduğunu da göstermiş bulunuyor. Oysa seçimlerde büyük atılım yaparak koltuk sayısını 50’den 70 civarına çıkarmayı başaran Yeşiller (Greens) grubunun dahi, özellikle Doğu Avrupa’da, sınır-aşan (iklim değişikliği gibi) sorunlara yönelik farkındalık oluşturması ve bu ülkelerde de tabanını kuvvetlendirmesi gerektiği seçim sonuçlarından anlaşılıyor. Ulusal egemenlik söyleminin esas turnusol testi ise Birleşik Krallık’ta alınacak sonuçla ortaya çıkacak ve bu sonuç doğrudan Avrupa Parlamentosu’na etkide bulunacaktır.
İngiltere Başbakanı Theresa May, üç başarısız oylama neticesinde çözüme kavuşturulamayan Brexit problemi nedeniyle seçimlerden hemen önce istifasını açıklarken, ayrılık anlaşması 22 Mayıs öncesinde onaylanmadığı için Avrupa Parlamentosu seçimlerine yasal olarak katılmak mecburiyetinde kalan Birleşik Krallık’ta seçimin sonuçları ortaya ilginç bir tablo çıkardı. Nigel Farage’ın Brexit Partisi yüzde 31,5 oy oranıyla İngiltere’de ilk sırada yer aldı. Bu sonuca göre İngiltere’de halkın halen Brexit’ten vazgeçmediği veya AB taraftarlarının bir blok oluşturmayı başaramadığı sonucu ortaya çıktı. Farage veya benzerleri tarafından çıkış planı üstlenilebilirse, 31 Ekim tarihi Birleşik Krallık vekillerinin Avrupa Parlamentosu’ndan çekileceği tarih olacaktır. Bu senaryo gerçekleştiği takdirde 751 vekilli parlamentoda görev alan 73 Birleşik Krallık vekili ayrılacak, 27 vekil orantısal temsil ilkesiyle ters düşmeyecek şekilde dağıtılacak, böylece Parlamento’daki toplam vekil sayısı 705’e düşecektir. Yeni bir parlamento aritmetiğiyle karşı karşıya kalınması durumunda ise Birleşik Krallık’ın açık bırakacağı fırsat penceresi, Avrupa karşıtı söylemleri kullananlar tarafından kapatılacaktır.
Almanya avantaj yitirdi, Fransa’nın eli güçlendi
Sonuç itibariyle, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ideolojik açıdan bakıldığında muhafazakarların ve sosyal demokratların kaybettiğini, ülkeler bazında bakıldığında ise Fransa’nın elini güçlendirdiğini, Almanya’nın Parlamento’daki eski avantajlarını yitirdiğini söylemek mümkün. Macron ulusal düzeyde ikinci parti olarak kalmış görünse de, partisinin liberal ALDE grubuna katılacak olmasıyla AB içinde daha fazla söz sahibi olacaktır. Avrupa Parlamentosu’yla ilgili seçim yarışının burada noktalandığını düşünmek gerçekçi olmaz. Zira AB Komisyon Başkanı seçimlerinde Fransa-Almanya yarışı devam edecek; Manfred Weber’i destekleyen Merkel Almanya’sı karşısında bu kez daha güçlü bir Macron ve onun adayı Margrethe Vestager ile Sosyal Demokratların tecrübeli adayı Frans Timmermans’ı bulacaktır. Bu seçimler ortaya koymaktadır ki Avrupa’nın sorunlarına kim doğrudan çözüm önerileri sunarsa, gelecek dönem rekabetinde o bir adım öne çıkacaktır.