13.yüzyıl Anadolu’nun gerçek bir aydınlanma dönemidir. Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Ahi Evran ve Yunus Emre bilge ve ulu kişilikleri ile zorluğun mengenesine sıkıştırılan Anadolu Türk insanına ümit ve müjdeler vererek hem milli birliği kurmuşlar hem de kurtuluşa ulaşmalarına vesile olmuşlardır.
Yunus Emre, 700 yıldan beri Türk ve dünya insanlarına sevgi, kardeşlik ve hoşgörü konularında bir gönül insanı olarak seslenmektedir. Yunus Emre, “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası” sözleri ile yeni ve taze oluşunu korumaktadır. O, yaptıkları, sözleri, şiirleri; dilden dile dolaşmış, gönülleri fethetmiş kendi deyimiyle “gönüller yapmış”, Anadolu’nun en buhranlı dönemlerinde gerek iç karışıklıklar gerekse Moğolların Anadolu’yu yakıp yıktıkları dönemlerde Anadolu insanına moral olmuş manevi destek olmuştur. Anadolu Türkçesini halk gönlünde yaşatmış ve sevdirmiş, sarayın ve medresenin Arapça ve Farsça’yı ön planda tuttuğu bir zamanda, şiirlerini Türkçe ve yaşayan halk dilinde söylemiş, halkın gönlüne seslenmiştir. Bu derece halk üzerinde etkili olmasına rağmen O; öyle büyük davasının olmadığı, O’nun gayesinin sadece insanlar arasında sevgiyi hakim kılmak olduğunu ifade etmiştir. Onun hedefi “gönül yapmak”tır. Yunus Emre gayesini şu dizelerinde anlatır:
“Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeğe geldim
Bezirganem metaım çok, alana satmağa geldim
Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim
Dost esrüğü deliliğim, aşıklar bilim neliğim
Denşürüben ikiliğim, birliğe bitmeğe geldim
Ol hocamdır ben kuluyum, dost bağçesi bülbülüyüm
Ol hocamın bağçesine, şad olup ötmeğe geldim
Bunda biliş olan canlar, anda bilişirlermiş
Bilişüben Hocamla, halim arz etmeğe geldim
Yunus Emre aşık olmuş, maşuka derdinden ölmüş
Gerçek erin kapısında, canım arz etmeğe geldim”
Yunus Emre Türkçe’nin söz üstadıdır. O; dilimize öyle bir genişlik vermiştir ki, en zor tasavvuf konularını sebk-i Türki sanatı ile herkesin anlayabileceği bir konuma getirmiştir. Bu durum, dilimizin asırlar öncesinden bu yana berrak bir anlatımın da örneği olmuştur:
“Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı,
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz
Kişi bile söz demini demeye sözin kemini
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ide bir söz
Yunus imdi söz yatında söyle söz gayetinden
Key sakın o şeh katından seni ırak ide bir söz”
Gönül,dünya dillerinde sadece Türkçe’de bulunan bir sözcüktür.Ruhun derinlerinde yeşeren bin bir baharın adıdır gönül.İnsan, Allah’a gönül yoluyla ulaşır. Zira gönül ,Allah inancının bulunduğu yerdir. Bu yüzden gönül arıdır, dururdur, hiçbir olumsuzluğu içinde barındırmaz. Kin, fitne, hasetlik gibi kötü duygular kalbe girince gönül, oradan ayrılır, kendine hiçbir kötülüğün bulaşamayacağı güzellikler ülkesine göç eder.
Gönül güzelin peşindedir ve o güzelliği diliyle ifade eder. Güzel sözün, kötü söze üstünlüğünü Yaradan buyurur: “Gördün ya Allah hoş bir sözü nasıl bir misal yaptı. Güzel söz kökü (yerde) sabit dalları havada hoş bir ağaç gibidir. Yemişlerini Rabbinin izniyle her dem verir. Ve Allah insanlara böyle misaller verir ki kavrayıp düşünsünler. Kötü bir sözün misali de pis bir ağaç gibidir ki toprağın üstünde cüsselenmiş, varlığını sürdürme imkanı yoktur.’” (İbrahim,24-25-26)
Diğer organlar ilhamını gönülden alır. İnsan, gönlü sayesinde yaratılmışların en şereflisi olur, melekleşir. İnsanı anlamlandıran, ruhunu kıpırdatan, duygu dünyasının kapısını açan gönlüdür. İnsanın içindeki gökyüzü, gönülle aydınlanır.Işığı başka gönüllerde yeni aydınlıklar doğurur. Kalp, gönülden dolayı vücudun bir parçası olmanın ötesine geçerek sırlar alemine yükselir. Ve nice güzellikler, iyilik ve doğruluklar çiçekli bahçeler olup varlık aleminde yer bulur.
İnsan gönül kulağıyla duyar, gönül gözüyle görür, gönülleri hoş tutar, gönülden bağlanırsa gönüllere girer, birlik alemindeki gerçeği kavrar, mutlak varlığı içinde hissederek huzura erer, olgunlaşır. İnsan, bağışlanan bilgi, hikmet ve erdemle hayatın zorluklarına, çaresizliklerine çözümler bulur. İnsan, dünya güzelliklerinin şükrünü eda ederek nimetinin bereketini artırır.
Aşk, gönülde tecelli eder. Gönül onunla zenginleşir. Aşk, bütün evrenin yaradılış sebebidir. Beşeri aşkın, basamaklarından çıkılarak ilahi aşka ulaşılır. “Leyli Leyli” diyen dil, “Mevla Mevla” nidaları ile gerçek olan aşkı bulur. Aşk, insanın yaradılışından getirdiği bir duygudur ki, mekanı gönüldür. Aşk, cemali ruh ile celali nefsi terbiye ederek kemal ulaşmaktır gönül yurdunda.
Aşk, bir kaygının dışa vurumudur, ulu hasretlerin diğer adıdır. Aşk, bilen insanın sorumluluğu, paylaşmanın ilk adımıdır. Aşk, zorluğun mengenesinde bir kanatlanıştır, insanın yürek ürperişleriyle sonsuzluğa uyanmasıdır. Aşk, tan ağartısıdır, gün ortası aydınlıktır. Aşk, acısına kırağı düşen sevdalıların uğunup ağlamasının hüzzamdan tutanağıdır. Aşk, çıvgın fırtınalar ortasında asude baharların yeşermesidir. Ve giydirilen ateşten gömleğe dayanma gücünün sınanmasıdır.
İnsan, gönül kırmak yerine gönül yapmayı, gönül fethetmeyi tercih ederek, hem Hak rızasını kazanacak hem de iç dünyasındaki hazineleri keşfetmiş olacaktır. İnsanı değerli kılan içindeki gönül cevheridir. Onu kaybedenler, yitiğini bilmeyenler ve kendini tanımayanlardır. İşte Yunus Emre, bu güzelliklere ulaşmanın peşindedir.
İnsan kendini ve hakkı mutlaka bilmelidir: Aynı zamanda Yunus Emre’nin bir diğer hedefi ise, insanın ilk önce kendisi bilmesini ve tanımasını istemesidir. Bütün ilimlerin buna yönelik olmasın ister. Kişi gerçek olgunluğa, insan-ı kamil olmaya kendini tanımakla ulaşır:
“İlim ilim bilmektir, ilim; kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır
Okumaktan ma’ni ne kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emektir.”
Yunus Emre’nin bilgi kaynağı, İslam ve İslam ile hemhal olmuş yüksek Türk kültürüdür. Türk halkı, Yunus Emre’yi her zaman içlerinden birisi olarak görmüştür. Bu durum Yunus’la ilgili menkıbelere de yansımıştır: “Genç Yunus Emre sık sık Mevlâna’nın yanına gider, bir zaman kaldıktan sonra geri döneceği zaman Mevlâna onu kale kapısına kadar giderek uğurlarmış. Mevlâna’nın müritleri, bu duruma şaşıp kalırlarmış. Bir gün sessizliği bozarak, Mevlâna’ya bunun sebebini sormuşlar. Mevlana da, “İlahi menzillerin hangisine çıktımsa, bir Türkmen kocasının izini önümde buldum. Onu geçemedim.” demiş. Bazı yazarlar bu menkıbeyi şöyle yorumlamışlardır: “Burada, menkıbelerin yaratıcısı olan Türk halkı, Mevlâna’nın da büyüklüğünü kabul etmekle beraber tercihini Yunus Emre’den yana yapar. Yunus, Türk halkına kendi dilleriyle hitap eder. Mevlâna ise yabancı bir dil olan Farsça’yı kullanır.’’
Şimdi bizler Yunus Emre’yi ne kadar tanıdığımızı, anlayıp bildiğimizi bir tartıya koyalım. Eskişehir’de hala görkemli bir Yunus Emre külliyesi yapılamamışsa bunun sorumluları kimlerdir? Bu şehrin sokaklarında çok basit konulardan dolayı tartışmalar, kavgalar oluyorsa, Yunus’un barış ve kardeşlik mesajları yerini bulmuştur diyebilir miyiz? Tabelalar yabancı dillerin egemenliği altındayken Yunus’un Türkçe kullanma gayreti boşuna mıdır? Buna benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Ama biz Yunus Emre’nin düşüncesini, insan ve toplum algısını Eskişehir’e hakim kılmadıkça O’nu anladığımızı ne kadar iddia edebiliriz?
Ahmet Urfalı