(AA) – ABD başkanı tarafından 18 Aralık 2017’de ilan edilen milli güvenlik stratejisi, kimi gözlemcilerin iddia ettiklerinin aksine Trump ve ekibinin uygulamaya koyduğu “Önce Amerika” dış politikasının ya da diğer bir deyişle Trump doktrininin bütünüyle kağıda dökülmüş ya da resmiyet kazanmış hali değil. Esasen başkan Trump’ın adaylık sürecinden başlayarak seçilmesinin ardından geçen yaklaşık bir senelik söylem ve icraatlarına bakıldığında gördüklerimizin aksine, bu belgenin çok daha “ılımlı ve makul” bir vizyon sunduğu söylenebilir. Hatta öyle ki bazı gözlemcilerin de vurguladığı gibi, bu yeni strateji belgesinin Trump gerçekliğiyle pek de bağdaşmadığı ve pek de “Trumpçı” olmadığı ileri sürülebilir.
Yeni milli güvenlik stratejisi ne kadar Trumpçı?
Belgenin önemli bir bölümünde, geçmiş dönemlerde başkanların kullandığına benzer öncelikler ve değerlere de yer veriliyor. “Dengeli” bir dil kullanmak ve gerek iç kamuoyuna gerekse de dış kamuoyuna “güven telkin etmek” gayretiyle yazıya döküldüğü görülen belgenin, başta Avrupa devletleri ve NATO müttefikleri olmak üzere geleneksel müttefiklerini, ABD’nin Batı ittifakına olan bağlılığını yenilemesi açısından bir ölçüde sevindirdiği bile söylenebilir. Kaldı ki belge, şayet Trump’ın önceki söylemlerini ve kısmen pratiğe de taşıdığı eylemlerini yansıtsaydı, ABD’nin 1930’lardakine ya da I. Dünya Savaşı öncesindekine benzer bir yalnızlık ve de yükselen bir milliyetçilik stratejisi izleyeceği fikrine sahip olabilirdik.
Öte yandan, dünya kamuoyunu şoke etmekten uzak ve de daha çok “normal” bir etki yarattığı düşünülen ABD’nin yeni milli güvenlik stratejisinin, geçmiş dönemlerdeki geleneksel ABD güvenlik stratejilerinden farklı ya da başka bir ifadeyle “ezber bozan” bazı taahhütleri de yok değil. Örneğin, bu yeni belge geçmiş dönemlerden farklı olarak, demokrasi ve kurallara dayanan uluslararası bir düzenin ABD’nin milli çıkarlarıyla bağdaştığından açıkça bahsetmiyor ve aynı şekilde geleneksel Amerikan değerlerine de geçmiş dönemlerde bahsedilenden daha az vurgu yapıyor. Yine aynı şekilde, dikkat çekici bir diğer nokta ise Trump’ın söylem ve eylem uyuşmazlığının bu metinde de kendini açıkça göstermesi.
Kısacası, bu yeni milli güvenlik belgesi Trump’ın dış ve güvenlik politikasıyla ilgili kafalardaki soru işaretlerini kaldırmıyor, “belirsizlikten” beslenen ve böylece kendine esnek bir çalışma ve manevra alanı yaratan Trump’ın mevcut çizgisini bir anlamda meşrulaştırıyor. Kaldı ki milli güvenlik belgelerinin, başkanların milli güvenlik stratejilerine yapılacak olası muhalefeti ve itirazları bertaraf etmek ve özellikle bütçeyle ilgili planlama ya da itirazlara dayanak oluşturan “savunmacı ve bürokratik” belgeler olmak gibi bir işlevinin olduğunun altını çizmekte de fayda var. Bu fonksiyonelliğinin dışında, milli güvenlik stratejisi belgesinin diğer bir işlevi de ABD’nin izleyeceği politikalar hakkında müttefiklerine ve tehdit olarak algıladığı devletlere mesaj vermesi, bölge ve konu bazlı olarak jeopolitik/jeoekonomik önceliklerini gözler önüne sermesi ve izlenen politikalara adeta kavramsal bir çerçeve çizmesi.
Bu açıdan bakıldığında, yeni milli güvenlik stratejisi belgesinin de “ilkeli realizm”, (ABD,Çin ve Rusya arasındaki) “üçlü rekabet”, “Önce Amerika”, “ticaretin iki-taraflılaşması” ve “pragmatik çok-taraflılık” gibi, Trump yönetiminin öne çıkardığı kavramların altını doldurma gayreti içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Yeni mili güvenlik stratejisinin “komüniteryen” arka planı
Trump’ın Milli Güvenlik Danışmanı McMaster ve ekibi tarafından büyük ölçüde şekillendirilen ABD’nin 17. Milli Güvenlik Stratejisi Belgesi, ABD’nin Trump döneminde yalnızlık politikası izleyebileceğini öngörenlerin gönlüne bir nebze de olsa su serpse ve hakim olan “America First” (Önce Amerika) anlayışının “America alone”a (yalnız Amerika) dönüşmeyeceğine dair önemli sinyaller verse de, genel hatlarıyla strateji belgesi, geçmiş dönemlerdekilerin aksine, uluslararası sisteme ve ABD’nin bu sistemdeki başat rolüne yönelik vurgunun bulunmamasından dolayı milliyetçi izler taşıyor. Esasen yeni strateji belgesi milliyetçiliğin de ötesinde, kendi vatandaşlarının korunmasına, onların refahının sağlanmasına, ABD’nin sınırlarının ve yurtiçi güvenliğinin ve “Amerikan yaşam tarzı”nın korunmasına olan güçlü vurgusundan dolayı, daha çok komüniteryenizm/kosmopolitanizm dengesinde, Trump döneminde ilkinin daha ağır basacağını gösteriyor.
17. Milli Güvenlik Stratejisi Belgesi, önceki başkanların sıklıkla vurgu yaptığı, demokrasinin ve evrensel liberal değerlerin dünyada yayılmasına dair ABD’nin misyonunu benimsemiş görünmüyor. Diğer bir deyişle, yeni belgenin hakim anlayışı olan “Önce Amerika” anlayışının, dışardan gelen güvenlik tehditlerine karşı nasıl devam ettirileceğine, bu yapılırken hangi dış politika araçlarının kullanılacağına dair fikir vermiyor ve açık bir yol haritası sunmuyor. Yine son yıllarda BM’den AB’ye kadar bir çok uluslararası örgütün sıklıkla altını çizdiği kalkınma/güvenlik dengesine de atıf yapmıyor ve bu durum da “Önce Amerika” vizyonunun altını boşaltıyor. Keza ülkelerin, özellikle de ABD gibi uluslararası sistemin liberalleşmesinde büyük rol oynamış ve sistemi bizzat şekillendirmiş başat bir gücün, dış ve güvenlik politikalarında komüniteryenizm-kozmopolitanizm dengesini komüniteryen anlayışı lehine çevirmesi, uluslararası sistemin mevcut dengelerini bozmak ve çok-taraflılığı aşındırmak gibi sonuçların ortaya çıkma riskini doğuruyor. Bu yeni strateji vizyonun, genel anlamda ABD’nin uluslararası sistemde yeniden “hakim güç” olma isteğini, işbirliği ve çok-taraflılığı güçlendirmekten ziyade “rekabet” ve rakip devletler arasında “güçler dengesini” sağlamak üzerinden kurgulaması, aynı zamanda sistemde eskisinden daha fazla pazarlık ve meydan okuma gücüne sahip olan yükselen güçleri bir ölçüde dışlıyor. Bu açıdan bakıldığında da, Obama döneminin, işbirliğini ve çok-taraflılığı artırarak yükselen güçleri sisteme olabildiğince entegre etme, özellikle uluslararası örgütlerde statülerini artırarak ve küresel sorumluluklar alarak sisteme baskı uygulayabilecek hale gelmelerine izin verme misyonunu altüst ediyor.
Kısacası, “ilkeli realist” bir çizgi benimsediği iddiasında olan Trump yönetimi, uluslararası sistemin dönüşümünün geriye döndürülemez bir noktada olduğu gereceğini okuyamıyor. Ya da iç politikada 19. yüzyıl benzeri, büyük güçler arası rekabet ve bunun dengelenmesi ihtiyacı fikrini ve yine sınırlı sayıda kendine ve sisteme tehdit oluşturan düşman devletin var olduğu fikrini dolaşıma sokmanın, kendi söylem ve eylemlerine meşruiyet ve popülarite kazandıracağına körü körüne inanmış. Çok-kutuplu ya da çok-merkezli bir uluslararası sistemin var olduğu ve gücün artık karşı konulamaz bir şekilde küresel güneye doğru kaydığı fikri, Trump yönetimine ve bu yönetiminin arka plandaki entelektüellere hâlâ oldukça yabancı görünüyor. Geçen hafta BM Genel Kurulu’nda Kudüs ile ilgili oylamanın sonucu ve bunun öncesinde ABD’nin dış yardımlar üzerinden tehditler barındıran söylemleri, ABD’nin uluslararası sistemi okumakla ilgili yanılsamasının ve artık değişen uluslararası sistemde sadece maddi gücün ya da davranışsal gücün değil, aynı zamanda “fikri gücün” de önemli bir rol oynayacağının kanıtı oldu.
Transatlantik ilişkiler, rakipler ve tehditler
Ronald Reagan’dan Barack Obama’ya kadar tüm ABD başkanları milli güvenlik stratejisini bir ana prensibi savunmak için kullandılar: ABD Avrupa’da ve Asya’da kurmuş olduğu güçlü ittifaklarla, açık pazar ve demokrasinin teşviki gibi politikalar üzerine inşa ettiği rakip tanımayan büyük gücünü korumak ve daha da geliştirmek için kullanmalıdır. Trump’ın stratejisi, ülkesinin Batı ittifakına olan bağlılığını doğrulaması ve transatlantik ilişkilere verdiği önemi yenilemesi açısından, geçmiş dönemlerden bir sapma göstermiyor. Hatta daha da öteye giderek açık bir dille Rusya’yı transatlantik birliği bozma girişiminde bulunmak ve ABD’nin Avrupa’ya bağlılığına duyulan güveni bozmaya çalışmakla suçluyor. Öyle ki belge, Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’daki ilhaklarını, bölgedeki devletlerin egemenliğini yok etmeye yönelik bir girişim olarak tanımlıyor. Belgeye göre, gerek nükleer gücünü gerekse de saldırı kapasitesini artırma isteğiyle Rusya, komşularını tehdit etmeye yönelik aksiyonlarına devam etmektedir. Buradan hareketle belge, Trump’ın daha önce defalarca tekrar ettiği, NATO üyelerinin savunma konusunda yeterince harcama yapmama eleştirisine atıfta bulunuyor. 2024 itibariyle NATO üyesi devletlerin GSYH’nin yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayırması zorunluluğunun tekrar altını çizen belge, devamında NATO’nun doğu kanadının caydırıcılığının ve savunmasının güçlendirmesi gereğinin altını çiziyor.
Strateji belgesinin politik-ekonomik konulara ağırlık veren genel çerçevesini, Avrupa’nın enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi gerekliliği ya da diğer bir ifadeyle Rusya’ya olan enerji bağımlılığının azaltılması konusuna yaptığı vurgu tamamlıyor. Belgede bunun nasıl yapılacağına dair bir yöntem de sunulmuş. Belgenin Avrupa ile ilgili diğer altını çizdiği konu ise, Çin’in Avrupa’da uyguladığı “haksız ticaret” pratikleriyle bölgede stratejik bir etki yaratma girişiminde bulunması. Öte yandan belge, Paris İklim Anlaşmasından, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ndan (TTIP) ve AB’nin yeni imzaladığı (ve NATO’ya alternatif olabileceğine dair tartışmaları da beraberinde getiren) ortak savunma anlaşması olan PESCO’dan hiç bahsetmiyor. Stratejinin Hint-Pasifik bölgesiyle ilgili kısmında da, Avrupa’dan bahsettiği bölümdeki gibi Trans-Pasifik Ortaklık’ın bahsi geçmiyor ve ticaretin karşılıklılık ve adil bir zeminde ikili ilişkiler üzerinden yürütülebileceğine dair vurgu yapılıyor.
Strateji belgesi, ABD’nin müttefiklerine verdiği taahhütleri yenileyerek, önümüzdeki dönemde kendisine rakip olarak Rusya ve Çin’i görerek, tehdit olarak ise Kuzey Kore ve İran’ı tanımlayarak, beklentilerin aksine, geçmiş belgelereden farklı bir milli güvenlik çerçevesi çizmiyor. Burada dikkat çekici olan ve belgeyi George H. Bush döneminden başlayarak geçmiş dört başkanlık döneminde açıklanan strateji belgelerinden farklı kılan ise Rusya ve Çin’in liberal sisteme ve uluslararası örgütlere entegrasyonunun ABD’nin çıkarlarıyla artık uyuşmadığının altının güçlü bir şekilde çizilmesi. Özellikle ABD’nin dış ticaret açığının liberal küresel ekonominin mevcut haliyle giderilmesinin mümkün olmadığına dair inancının metne yansıtılması ve bundan dolayı, özellikle politik-ekonomik konularda ABD’nin çok-taraflılığın yerini ikili ilişkilerle doldurma isteği, bu yeni döneme damgasını vuracağa benziyor.