Ruh halimiz, duygularımızın toplamıdır. Duygular ise, hislerimizin bütününü oluşturur. Yani önce kısa bir an için hisseder, sonra bir süre duygulanır, ardından uzun vadeli bir ruh haline gireriz.
Bir banka soygununa tanık olduğunuzu düşünün. Gişede sıra beklerken, ansızın kapıda maskeli soyguncular belirir. Tam o esnada kalbiniz çarpar, elleriniz titrer, dizlerinizin bağı çözülür, paniklersiniz. İşte bunlar, içinde bulunduğunuz durum karşısında hissettiklerinizdir. Ve sizde “korku, endişe veya öfke, haksızlığa uğranmışlık” gibi duygulara neden olur. Eğer bu banka soygunu, adeta beyninize kazıdığınız bir travma haline gelirse, üstüne üstlük bu gibi talihsiz olaylar hayatınızda birden fazla tekrarlanmışsa, zamanla endişeli bir ruh haline bürünürsünüz.
Yani ruh halimizi, olaylar değil, olaylar karşısında gösterdiğimiz tepkiler ve hissettiklerimiz belirler. Hayat yolunda İlâhi kalemin alnımıza neler yazdığını bilmiyoruz. Ve maalesef kötü sürprizleri önlemek her zaman elimizde olmayabilir. Ancak elimizde olan bir şey var ki, o da her ne kadar üzücü, yıpratıcı bir durum dahi olsa, bakış açımızı seçme imkanımızın olmasıdır. Başımıza gelen musibetlere engel olamayız, ama daha geniş bir yelpazeden bakmaya çalışabiliriz. Down Sendrom’lu evladını anlatırken, “O benim için bir yük değil, cennetten gelen bir melek, ve ben o misafirle en iyi şekilde ilgilenmeliyim. Belki de cennetim olur…” diyen bir anne ile “Bu çocuğu hakedecek ne yaptım? Allah’ım bu çocuğu neden bana reva gördün?” diyen annenin yaşadıkları aslında tıpa tıp aynı şey. Fakat meseleye farklı pencerelerden baktıkları için, bir annemiz metanetli ve daha huzurlu bir ruh hali içerisindeyken, diğer annemiz pesimist, isyankar ve sorgulayıcı bir ruh haline yelken açıyor…
“Peki farklı pencereden bakmak için ne yapalım? Yaşadığım olaylar o kadar ağır geliyor ki, karamsarlığa düşmekten başka bir çare bulamıyorum” diyorsunuz. Mutlu insan, güzelliklerle dolu, pırıl pırıl bir ömre sahip olmuş kişi değildir zaten. Nitekim nice buhranlar görüyoruz, mükemmel görünümlü hayatlar içine gizlenmiş… Mutlu insan, tüm olumsuzlukların içinde, güzel anılar biriktiren, ruh halini olumlu yönde besleyen hisleri depolamayı başarmış kişidir… En ufak fırsatları gözünden kaçırmayıp değerlendiren akıllı ve uyanık bir ticaretçi gibi, kalbine huzur veren duyguları yakalayıp zor zamanlarda kullanmak için saklayan kişidir. Güzel anılarla dolu bir heybesi vardır mutlu insanın: içine evladının bir gülüşünü alıp koyar, eşinin tatlı bir sözünü, baş ağrısı geçtiğinde çektiği “oh”’ları, sokakta ona selam veren birinin gözlerindeki parıltıyı, hayvanların şefkat ve merhametini, dostlukları ve görüp görebileceği tüm güzellikleri alıp koyar yol boyunca ona eşlik edecek olan heybesine…
Paris’te gerçekleşen saldırıdan sonra gergin günler yaşıyoruz. Bütün Avrupa hep bir ağızdan terörü kınamak adına “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diye haykırırken, diğer yandan Islamofobya’yı ve nefreti körükleyen olayları takip ederken, bir yazı ilişti gözüme… Saldırıyı düzenleyen Kouachi kardeşlerin çocukluklarına şahit olmuş iki Fransız bayanın röportajını derin bir acıyla okudum : Paris’in varoşlarında, çocuk tacircilerinin adeta mesken tuttuğu bir yerde, babasız bir yuva, maddi imkansızlıklardan dolayı bedenini satmak zorunda kalan, sonra da ilaç alarak intihar eden bir anne, polisler tarafından henüz oniki yaşında “ayaklarıma kapanıp özür dile” diye rencide edilen bir çocukluk… Acı, utanç, korku, kin, nefret, haksızlığa uğranmışlık gibi duygulardan başka bir şey hissedememiş bu çocukların ruh halini bir an için tahayyül etmeye çalışıyorum ve anlıyorum ki aslında onlar iddia edildiği gibi “İslam adına” veya “Peygamber’in (s.a.v.) intikamını almak için” öldürmediler… Radikal grupların onlara yitirdikleri (belki de hiç bulamadıkları) “değeri” vermesiyle, hayallerinin celladını öldürmek için yola koyuldular. Ve ölümü göze alarak, talan edilmiş hayatlarının, çalınmış geleceklerinin suçlusunu kendi elleriyle cezalandırmak için hedef tahtası aradılar…
Sonra dedim ki kendime, “Diğer çocuklara olduğu gibi eşit haklar sunmayan, eğitim hakkını elinden alan, bu çocukları Paris’in ücra köşelerine terkeden, annelerine yardım eli uzatmayan adaletsiz bir sistem, ne hakla “Ben Charlie’yim” diyebilirdi? Ne kadar anlamsız, ne kadar yavan bir slogandı? Öldüren kadar, katilin içine nefret tohumları ekenler de sorumlu değil miydi bu olaylardan ?
Röportajda bayanın Kouachi kardeşlerden biri hakkında söylediği bir sözü var ki, canımı çok yaktı: “Bu çocuğu çok seviyordum. Sinirlendiğinde sakinleşmesi için başını okşayıp, kucağıma almam yetiyordu. O da her çocuk gibi Disney kahramanlarına inanan sıradan bir çocuktu…”
Kouachi kardeşler artık yok… Hayalleri, sahipsiz kalmış oyuncakları, hiç yaşanmamış çocuklukları ve yanlarında haksız yere öldürdükleri oniki kişi ile birlikte gittiler…
Kıymetli anne babalar… Elinizde ki bu çocuklar geleceğin kahramanları da olabilir, canavarları da… En iyi okullarda okuyarak, en kaliteli kıyafetleri giyerek, en son model cep telefonuna sahip olarak başarıya ulaşmayacaklar. Hayat boyunca onlara eşlik edecek sağlıklı bir ruh haline, bunun için sevgi, merhamet, adalet, doğruluk gibi, olaylara daha geniş bir yelpazeden bakmalarına yardımcı olacak duyguları onlara miras bırakmalıyız… Size emanet olarak verilen meleklerinize sıkı sıkı sarılın ve temiz yüreklerindeki güzelliklerin yok olmasına izin vermeyin… Vesselam
Cemile TETİK