Geçenlerde yılda birkaç defa bir araya geldiğim bir grup arkadaşımla bir araya geldim. Hayata, bilgiye, kütüre, siyasete dair uzun uzun konuşma fırsatı bulduk. Bulunduğumuz mekanın kapanma saati geldiğinde üç saate yakın bir zaman geçmişti. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız gibi her defasında olduğu gibi ayrılıkta zor gelmişti. Vedalaştıktan sonra tam gidiyordum ki Ömer döndü ve “yarın bizim kitap okuma günümüz, vakit bulursan sen de gel” dedi. Ben de mümkün olursa geleceğimi söyledim ve dağıldık.
Akşam olduğunda buluşma noktasına geç kalmamak için yoğun bir çaba sarfettiğimi, okuma kulübünün toplantısına geç kalmamam gerektiğini düşünerek, genellikle buluşmalara geç kalan biri olarak, o akşam hızlı adımlarla kaldırımları aşındırdığımı hatırlıyorum.
Okuma kulübü alışkanlığının toplumumuzda pek yaygın olmadığı düşünüldüğünde, ayrıca Brüksel şehrinde böylesi bir çalışmanın olması hiç şüphesiz heycan verici idi. Kaldırımları aşındırıken yıllar önce seyrettiğim “ölü ozanlar derneği” filmi aklımdan geçti. Gecenin geç saatlerinde uykularından çalarak okulun bulunduğu ormanlık arazinin bir noktasında bir araya gelen ve saatlerce şiir okuyan o gençleri düşünürken, katılmak üzere gittiğim yerde nasıl bir atmosferle karşılaşacağımı düşündüm.
Yüksek düşünce ve sanat adına toplanan ölü ozanlar derneği gençler gibi düşüncenin ve sanatın yaşadığımız bu asırda piyasanın beklentilerine terk edildiği, herşey gibi yozlaştırıldığı bir zamanda, kitap okumak üzere bir araya gelen birilerinin olması hiç şüphesiz üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
Hızlı adımlarla bu şehrin kaldırımlarında ilerlerken saatime bakmayı da ihmal etmiyorum. Varacağım durağa geldiğimde, gözüm ilk olarak Ömer’e ilişiyor. Yerimi alıyorum. Diğer arkadaşların da gelmesiyle okuma saati başlıyor. Farklı düşünce sahalarından belirledikleri yazarların kitaplarını okuduktan sonra bir araya gelen gençler, kitaba ilişkin görüşlerini ve düşündürücü buldukları bölümleri paylaşıyorlar. Kitaptan bölümler okumayı da ihmal etmiyorlar.
Bu defa seçtikleri kitap mimarlıkla alakalı bir eser. Turgut Cansever’in “İslam’da şehir ve mimari”. Görsel olarak hepimizin bir şekilde gördüğü ve de ismen de olsa bildiği eserlerden bahsediliyor. Konuşmaların içinde Selimiye, Süleymaniye, Ayasosfya, Kayseri ve Van’daki Ulu Camii’lerin isimleri geçiyor. Mukayeseler yapılıyor. Okuma kulübü içinde mimar olan Muahmmed Ali ve Fatih’in bulunması gölgede kalan konulara bir nebzede olsa açıklık getirmeyi sağlıyor. Batı mimarisine vakıf olmaları Doğu-Batı kıyaslamalarını kolaylaştırıyor.
Karakteristik özelliklerin ötesinde bir dönemin ruhu aranıyor. Mimar Sinan’ın ortaya koyduğu eserlerle bilindiği ; ancak Süleymaniye’den Selimiye’ye giden yolda “nasıl ve neden” sorularının sorulmamasının zihinlerde oluşturduğu kopuklukların altı çiziliyor. Turgut Cansever’in söz konusu çalışması bu arayışa yardımcı olmayı hedefliyor. Mimari kadar eşref-i mahlukat olan insanın yaşadığı yere, yani şehre yönelikte bir tasavvuru olduğunu anlıyorum. Örneğin kalıcı ve geçici malzemelerle yapılan eserlerin , kalıcı, ebedi olanla geçici olanı hatırlatmayı hedeflediği ifade ediliyor. Şehir Batı’da olduğu gibi mabetlerin etrafında şekillendiği, mezarlıkların Batı’dan farklı olarak şehrin dışında olmayıp şehrin içinde, insana, hayata dair hatırlatmalarda bulunduğu, ayrıca Batı’da olduğu gibi korku salan bir imaja sahip olmadığını mezar taşlarına kazınan düşündürücü ve espirili sözlerden anlaşılıyor.
Katılımcıların yalnızca okuduklarını tekrar etmenin ötesinde oluşturdukları beyin fırtanısyla eleştirmek fiilinin taşıdığı pozitif ve negatif anlamlarını yansıttıkmaktan çekinmedikleri, ‘karışık kafa çalışmayan kafadan iyidir’ düşüncesi içinde hareket ettikleri anlaşılıyor.
Bu şehirde, yüksek düşünce ve sanat adına, düşüncenin ve sanatın yaşadığımız bu asırda piyasanın beklentilerine terk edildiği, herşey gibi yozlaştırıldığı bir zamanda, bu konuları tartışmak üzere bir araya gelen birilerinin olması hiç şüphesiz takdir edilmeyi hak ediyor!